4 Haziran 2009 Perşembe

Kenan Demirkol ile GDO'lu Tohumlar

KENAN DEMİRKOL HOCAMIZ İLE GDO'LU TOHUMLAR 21 Mayıs 2009 Perşembe,

Kenan Demirkol Hoca ile Tohum Söyleşisi*:

*(Sevgili Tuğba'nın notlarından ve izniyle, Yeşim Güriş'in aktarımı.. Kalemlerinize sağlık...)


"Kenan Hocamız ilk önce yağ söyleşisinde konuştuğumuz tereyağı ile ilgili yanlış anlaşılmaları önlemek için bu konuya bir kere daha değinmek istedi. Ardından tohum konusuna geçti; hibrit tohumlar ve genetiği değiştirilmiş tohumlardan (GDO), bunların besin kalitesine ve insan sağlığına etkilerinden bahsetti. Bu söyleşide vitaminler ve antioksidanlara değinecek vakit kalmadığı için başka bir toplantıda konuşuruz dedi. Söyleşinin özetini hocamızın ağzından aktarıyorum:

MERADA BESLENEN HAYVANIN SÜTÜ VE TEREYAĞIGeçen sefer yağ söyleşisinde tereyağını konuşmuştuk. Bu konuya açıklık getirmek istiyorum. Bazı doktorlar “margarin yenmesin, tereyağı yensin” deniyor. Burada eksik bilgi var. %100 merada beslenen hayvanın sütünden elde edilen tereyağını keyifle yiyebilirsiniz. Fakat yemle beslenen hayvanın tereyağının yağ asit bileşenleri damar sertliği yapan aterojenik yağ asitlerinden zengindir, bunlardan kaçının. Ben İrlanda tereyağları ile (otlayan hayvanlardan elde edilen) markalı Türkiye tereyağlarını TÜBİTAK’ta incelettim. Çok ciddî fark var.
(Bu noktada konu süt tozuna geldi.) Süt kaliteli ise süt tozu da kalitelidir diye bir şey yok. Çünkü kurutma işlemi sırasında yağ asitleri oksitlenir.
(Sadeyağ tereyağından iyi midir diye soruldu). Sadeyağ daha sağlıklı değildir. Sadeyağın yapım gerekçesi dayanıklılığı artırmaktır ve her ısıl işlem besin kalitesini bozar. Gıdaya insan eli ne kadar çok değerse besin değeri de o kadar düşer, tarladan tabağa kavramı da bu yüzden gelişmiştir. O yüzden sadeyağ daha iyi değildir.

Doğal sütle yapay süt arasında 4 temel fark vardır:

1) Doymuş yağ asitleri açısından:
Aslında doymuş yağ asitlerinin hepsi zararlı değildir; 3 tanesi -laurik asit, ministik asit, palmitik asit- zararlıdır ve bunlara aterojenik yağ asitleri denir. Merada otlayan hayvanın sütünde bunlar çok az vardır. Laurik asitin az miktarının bağışıklığı güçlendirici bir etkisi vardır hatta AIDS tedavisinde kullanılması bile düşünülmüştür. Mera hayvanındaki laurik asit damar sertliğini artıracak miktarda değildir ama bağışıklığı güçlendirecek miktardadır. Yapay sütte ortalama %41 oranında milistik asit vardır. Doğal sütte ise bunun yarısından da az.

2) CLA açısından:
Doğal sütte son derece kuvvetli bir antioksidan olan CLA (konjüge linoleik asit) vardır. CLA, şişmanlamaya karşı korur ve meme kanserini önleyici etkisi vardır. Yapay sütte CLA hiç yoktur.

3) Omega-3 açısından:
Omega-3 kaynağı yeşilliktir. Dolayısı ile omega-3 mera hayvanının sütünde bulunur, yapay beslenen hayvanın sütünde bulunmaz.

4) İnsüline benzer büyüme hormonu açısından:
Doğal beslenen hayvanın sütünde insüline benzer bir büyüme hormonu vardır. Anadolu’da 100 yaşını aşan insanlarda ikinci kalıcı dişlerin düşüp üçüncü dişlerin çıkması efsane değildir. Bu hormon, hücrelerin rejenerasyon yeteneğini artırır, yapay sütte bulunmaz.

TOHUM

Tohum tehlikeli bir konu, tohum konusunda konuşan eninde sonunda işinden oluyor. Türkiye’ye bugün yılda 900.000 ton civarında tohum gerekiyor. Bunun sadece 152.000 tonu Türkiye’de üretiliyor. Maalesef tohumun 6’da 5’i ithal ediliyor, yani tarımda artık kesinkes bağımlı hale geldik. Tohumculukta son 90-100 senedir bir devrim yaşanıyor dünyada. Bu değişime Türkiye ayak uyduramadı. Hibrit tohumculuğa 1990’dan sonra başladı. Bence çok şükür ama maalesef piyasa baskısı öyle değil. Hibrit tohum üretiminde çok geriyiz. Bu nedenle sebze tohumlarının %70’ini ithal ediyoruz. Buğday ve ayçiçek tohumunda yeterliyiz. Hatta ayçiçek tohumunu ihraç ediyoruz. Geleneksel sebze tohumlarında ihtiyacımızın %100’ünü karşılayabiliyoruz ama hibrit tohumda dışa bağımlıyız.

HİBRİT TOHUM NEDİR?

Hibrit tohumlarla ilgili ilk çalışmalar 1920’lerde Amerika’da çiftçi ailesinden gelen bir ziraat mühendisi tarafından yapılmıştır. Bu çalışmalar 1945’lere kadar gelişmiş sonra dünyaya yayılmıştır.
Doğada bütün çeşitlilik farklı türlerin veya aynı familyadan olan farklı türlerin çaprazlanması sonucu ortaya çıkmıştır. Bitki çeşitliliği doğal hibritleşmeyle meydana gelir. Bugün fasulye cinsleri arasında mesela barbunya ile Ayşe kadın arasında bir döllenme olursa bu bir hibrit oluşturur. Doğada da çok çok oluyor. Bugün 40000 çeşit pirincin oluşmasının sebebi bu çapraz döllenmelerdir.
Bizim burada bahsettiğimiz F1 hibrittir. F1 hibrit ticarî bir olaydır. Tohum üreticileri patent koyabilmek, bu benim tohumum diyebilmek için üretmiştir bunları. Esas çıkış noktası budur yoksa dünyaya güzellik getirmesi için çıkmamıştır.

F1 HİBRİT NEDİR?

İki cins bitkiden saf ırk elde edilir önce (barbunya ve Ayşe kadın mesela). Saf ırk elde etmek için bütün tohumlar kardeşleriyle döllenir. Saflık yedinci çiftleşmeden sonra oluşur. Bu iki saf ırkın yedinci jenerasyondan sonraki çocukları döllendirilir. Çıkan ilk yavruya Fillie 1 denir. F1 budur. Zaten F2 yoktur, çünkü F1’ler genelde kısırdır. Bu süreç çok kolay bir şey değildir aslında, çünkü kardeş kardeşe çiftleşme kısırlık getirir. Zaten her aşamada bitkilerin sadece %10’u arzu edilen çocuğu meydana getirir.
Amaç homojen bir ırk elde edip patent hakkı elde etmektir. Hatta 7 sene beklememek için kuzey yarım kürede ilkbaharda ekilen yazın gelişen bitkinin tohumları kışın güney yarım kürede ekilir sonra üçüncü nesil tekrar kuzey yarım küreye götürülür.
Bundan sonra hibrit tohum dersem F1 hibrit anlayın siz.
Hibrit tohumculuğun milyonlarca dolar maliyeti vardır. Zaten Türkiye’nin bugüne kadar bu işte geri kalmasının sebebi de budur. Eski tohumlardan çok daha verimli olduğu iddia edildiği için yapılır. Bu yüzden Amerika’da 1920’lerden beri bu kadar araştırma yapılmıştır. Meksika’da CIMMYT diye bir örgüt kurulmuştur. CIMMYT, İsponyalca Mısır ve Buğday Enstitüsü anlamına gelen yedi kelimenin ilk harfleridir. Meksika’da mısır ve buğday tohumunun bu şekilde saflaştırılması yapılmış ve F1 mısır ile F1 buğday elde edilmiştir. 50’li yıllarda Meksika’da çok büyük bir açlık var ve güya burada üretilen bu tohumlarla bu açlık giderilebilmiştir. Ondan sonra üretim epey bir artınca bu üretimi dünyaya satmak istemiştir ama kimse bunu istememiştir. Yeşil Devrim’in başlangıcı budur işte. Israrla bunların verimli tohumlar olduğu, bunlar kullanılırsa açlığın giderilebileceği söylenmiştir. Hatta şirket Hindistan’a ve Pakistan’a bu tohumları hediye etmiştir. Bu tohumlar kısır oldukları için çiftçiler ikinci nesli satın almak zorunda kalmışlardır. Böylece bir dünya pazarı oluşmuştur. 1985’ten itibaren Türkiye de CIMMYT programına maalesef dâhil olmuştur. CIMMYT’i kuranlar Rockefeller Foundation ve Ford Foundation’dır. (Bir dinleyici çiftçiler bu tohumları ikinci nesilde niye alıyorlar, almasınlar o zaman dedi). Bu tohumları almak zorunda değil ama politik baskılarla alıyor. Hindistan CIMMYT programına dâhil olduktan sonra, daha önceki Ford fabrikalarının Hindistan’daki satış temsilcisi tarım bakanı olur. CIMMYT’i Ford kurduysa, tarım bakanı da eski Ford satış temsilcisi olduysa bu zorunluluk otomatik olarak doğar.
(Genetik kontaminasyon (kirlilik) var mı diye soruldu?) Bunlarda GDO gibi kontaminasyon yok çünkü bunlar genetik değil biyolojik hibrit.
Bu tohumların ikinci nesli hilkat garibesi gibi olur. Boynuzlu salatalık çıkıyor mesela. Tohumu aldığınız bitkiye benzemeyen bir bitki çıktığı için ektiğiniz bitkiden tohum elde edemiyorsunuz ve göbeğinizden o firmaya bağlı hale geliyorsunuz. İş bununla da sınırlı kalmıyor. Aynı firma bu F1 tohumlarına özel gübre, özel böcek ilacı da satıyor. Çiftçinin bunu satın alacak paraya da ihtiyacı olduğu için aynı firma kredi de veriyor. Ve bu krediyi alan çiftçiler şu anda Hindistan’da köleler. Bir kere tohum almış ve onun kredisini 40 yıldır tamamlayamamış çitçi var. Bütün çocuklarıyla birlikte şimdi o firmanın kölesi. Dünyada 1 milyon köle var. CIMMYT Türkiye’de de var şimdi.
İktisaden tamamen bağımlı oluyorsun. Ama çok daha önemli bir problem var; bu tohumlar normal geleneksel tohuma göre çok çok daha fazla sulama gerektiriyor. Vandana Shiva niçin Vandana Shiva oldu? Çünkü bu tohumlardan dolayı ilk ciddî anlamda çölleşen ülke Hindistan’dır. Evvelki sene Konya ovasında gördüğümüz kuraklık sadece küresel ısınma ile ilgili değil. Orada ekilen hibrit buğday ve hibrit pancardan dolayı o kadar çok sulanması gerekti ki yeraltı suları kayboldu. Hatta Konya ovasında yer yer derin göçüşler oldu yeraltında su kalmayınca. Yani F1 hibrit tohum hiçbir zaman vaat ettiğini yerine getiremedi. Ekonomik refah sağlayacaktı, açları doyuracaktı. Yeşil Devrim’de “Dünyada 1 milyar aç insan var bunları doyurmak için mutlaka yüksek verimli F1 hibrit tohum kullanmak gerekir” dendi. Şu anda hala 1 milyar aç insan var ama bu şirketler zengin oldu.

HİBRİT TOHUMLARIN SAĞLIĞA ETKİSİ

F1 hibrit tohumların insan sağlığı üzerindeki etkileri hususunda inanın hiçbir araştırma yok. Maalesef organik tarım da pahalı, sermayesi bol bir tarım olduğu için ürün standardizasyonu elde etmek amacı ile genellikle hibrit tohum kullanılır. (Bu noktada itirazlar geldi. Berin Hanım “Gerçekte organik tarımda hibrit tohum yasak değildir ve organik hibrit tohum da vardır ama satılan organik sertifikalı tohumların hemen hepsi normal tohumdur” dedi.) Organik hibrit tohum başkadır, hibrit tohum başkadır. Organik pazarda tek kalıptan çıkmış gibi domatesleri gördüğüm için bunların hibrit olmadığını söyleyeni öperim. İlginç birkaç çalışma var. Mesela Polonya’da iki sene önce, İtalya’da geçen sene yayınlanmış iki tane çalışma var. Bu çalışmalarda organik tarımla elde edilen domatesin likopen içeriği geleneksel tarımla elde edilenden daha az çıkmış. Geleneksel tarımda bunca kimyasal kullanıyorsunuz ve likopen içeriği daha fazla çıkıyor, bu bir tezat. Likopen içeriğini belirleyen etmenler; sulama miktarı, uygulanan gübre miktarı, bitkinin gördüğü güneş miktarı ve cinsidir. Organik tarımla elde edilen domateste daha az likopen olmasının beslenme ile uğraşan bir insan olarak bence ana nedeni F1 hibrittir.
Verimlilik kavramını tartışmak lazım, hani deniyordu ya çok verimli bunlar diye. Domatesin verimini kiloyla mı ölçeceğiz, insana yararıyla mı? Bunların zararı yok insana ama faydası eksik.
Sertifika şirketleri 15-20 tane var şimdi. Sertifikaların güvenilir olarak verilip verilemediğini Tüketiciler Derneği’nin denetlemesi lazım. Kaç kişi tüketici derneğine üye burada? (Parmak kaldırıldı) Sadece 1 kişi. O halde kazık yemeye müstahaksınız. Çoğalarak örgütlü emek harcamak zorundasınız. Ciddî bir tüketici yasası var bunu sonuna kadar sömürmek zorundayız.

HİBRİT TOHUMLAR VE BİYOÇEŞİTLİLİK

Hibrit tohumlar organik tarımda olsun olmasın tartışmasını bir kenara bırakalım. Bu tohumlar bir ülkeye ne kadar çok girerse biyoçeşitlilik de o oranda kaybolur. Halbuki Türkiye’de 9000 çeşit yerel tohumumuz var ve bu dünyada en büyük zenginlik. Ama biz tarımda giderek bu hibrit tohumlardan almaya devam edersek biyoçeşitliliğimizi kaybederiz. Biyoçeşitliliğin kaybının ne önemi olduğunu anlamak için 1840’lı yıllarda İrlanda’da görülen patates vebası örneğine bakalım. O zamanlar İrlanda’daki toprak İngilizlerin toprağı. İrlanda’da çiftçiler İngilizler adına o toprağı işletir. İngilizler özellikle buğday yetiştirilmesini isterler. Ama köylü tokluğunu daha çok sağladığını düşündüğü için o arazinin küçük bir bölümünde patates yetiştirir. Sadece üç patates çeşidi vardır İrlanda’da. Bir patates virüsü bulaşır ve tesadüfen o 3 cinsi de tutan bir virüstür. Üç yıl boyunca patates üretimi yapılamaz. Toplam 6 milyon nüfusu olan İralanda’da 1 milyon insan açlıktan ölür, 1.5 milyon insan da göç eder.
Biyoçeşitlilik budur; biyoçeşitliliği kaybederseniz hayatı kaybedersiniz. 80’lere kadar devlet tohumculukla çok ciddî uğraşmış. Ama askerî darbe sonrası Özal döneminde 1985 yılında özelleştirilmiştir. Bazı üniversiteler dışında tohumla uğraşan devlet kurumu hemen hemen hiç kalmamıştır. Şu anda Türkiye’de 146 tane tohum şirketi var bunlar da ithal etmeyi tercih ediyor. Çünkü piyasa o tohumu istediği için üretici de o tohumu getiriyor.
Bir de Aralık 2006’da tohumculuk yasası çıktı. Bu yasayla ticarî anlamda ekim yapan bir çiftçinin tescilli olmayan tohum kullanması yasaklandı. Yani siz bir çiftçisiniz ve buğday ürettiniz diyelim. Bir miktar buğdayı da tohumluk olarak saklamak istediniz. Bunu sadece kendi ihtiyacınız için saklayabilirsiniz; ertesi sene yine satmak için ekim yapacaksanız bu tohumu kullanamazsınız. Sertifikalı tohum kullanmak zorundasınız. Ticarî anlamda kullanılacak olduğu sürece takas da yapamazsınız. Gerekçesi şuymuş: Türkiye toprakları verimli değil, o yüzden verimli tohum kullanmak zorundayız. Bu yasa şimdi Anayasa Mahkemesi’nde ama işliyor.

Çok büyük tohum firmaları şunlar:
1- Monsanto
2- Syngenta
3- Bayer
4- Cargill
5-
Gıda ile ilgili 1500 sayfalık adını hatırlayamadığım bir kitapta şöyle diyordu: “Ne yiyeceğime hükmeden kişi en güçlü kişidir”.
Sağlıklı beslenme bireysel çözümü olmayan bir sorundur, siyasaldır. Biraz önce o kadar doğal tereyağının önemini anlattım, peki nereden bulacaksınız o tereyağını?
GDO satılan ülkelerde bir de tarım dedektifleri var. Çiftçinin tarlasına rüzgarla bulaşan tohumun ürününü yakalarlarsa “sen benim tohumumu kaçak olarak kullanmışsın” diye dava ediyor, fakir ülkelerde çiftçinin toprağını elinden alıyorlar.
Türkiye’ye GDO’lu tohum giremiyor ama ürün girebiliyor. Çünkü Türkiye’de biyogüvenlik yasası yok. Bu yasa olmadığı için, ithal bir mal için bırak GDO’yu şu zehir var bunda dersen markayı ifşa etmekten hapse girersiniz. Bir biyogüvenlik yasamız var aslında ama parlamentoya giremiyor; sebep kapitalist baskı. Yasa olmadıkça etiketlere GDO’ludur diye yazılmasını da isteyemezsiniz. Bir çocuk maması alıyorsun, içinde ne olduğunu bilme hakkın yok. Kaçak olarak GDO tohumu geliyor Türkiye’ye. ODTÜ’den iki öğretim üyesi domateste GDO tespit etmişler, işinizden olmak istemiyorsanız susun denmiş. GDO aleyhine çalışma yapmak çok zor, yaparsan yayınlamak çok zor çünkü kimse basmak istemiyor makaleni.

DNA

Hücrede bütün genetik bilgiyi taşıyan DNA vardır. DNA, 1956’da keşfedilmiş kilometrelerce uzun çift sarmal bir zincirdir. Genler de bu zincirin üstünde yer alır.
Bu çift sarmalda 5 karbonlu şeker, 1 fosfor ile 4 farklı etmen maddeden biri yer alır. Bu dört madde timin, adenin, cittosin ve guanindir. Adeninler timinle, sitozinler de guaninle eşleşir. Bu maddelerin önemi kodlama yapmalarıdır. Nasıl bilgisayarda ikili kodlarla (1 ve 0 ile) bütün bilgileri oluşturuyoruz, DNA’da da dörtlü kodlarla oluşturuyoruz. Bunların her üç tanesi bir codon’u oluşturur. Codon bir şifredir.
Bütün bu şifreler vücutta protein üretmek için gerekiyor. Proteinin yapıtaşı aminoasitlerdir. 20 çeşit aminoasit vardır. Biz bu dörtlü şifre sistemiyle bir şekilde aminoasitler yaparak proteinler oluşturmaktayız. Eğer bir protein eksiliği olursa DNA zincirinin o proteini üreten gen bölümü nerdeyse orada bir ayrışma olur. Adenin timinden, sitozin guaninden ayrılır. Bu zincirden yeni bir zincir üretilir. Bu yeni zincir RNA’dır. RNA oluştuktan sonra hücre nüvesinden dışarı çıkar ve hücre organellerinden biri olan ribozoma gider. Ondan sonra bu ayrışan DNA sarmalı yine birleşir.
Bu RNA, haberi taşıyan RNA olduğu için taşıyıcı (messenger) RNA; m-RNA ismini alır. m-RNA ribozoma girince orada başlangıç codon’u protein sentezi olayını başlatır ve sonrasında her üç tanesi bir aminoasiti belirleyecek tarzda protein üretilir. Bitiş codon’u da olayı bitirir. Bir de transfer RNA vardır; t-RNA. Bunlar aminoasitleri taşıyorlar. m-RNA üzerinde karşılığını bulursa taşıdığı aminoasiti proteine ekliyor.

GDO (Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar)


Biz istiyoruz ki mısır, püskülüne musallat olan kelebeği öldürecek bir protein üretsin. O proteinin dizilimini biliyorsun, karşılığını oluşturup mısırın DNA’sına ekliyorsun ve artık o mısırı yiyen böcekler ölüyor. Biz mısırı yiyince pestisit üreten bir genetik şifreyi de yemiş oluyoruz. Hayvanın, bitkinin DNA’sını aldığımız halde bizim DNA yapımız bozulmuyor da neden bu GDO’ya karşı çıkıyoruz, nasılsa vücut bu DNA’yı da sindirir. Yanlış! Çünkü bütün canlılarda evrensel bir gen yapısı ve buna uygun kalıp algılama reseptörleri mevcut. Bu reseptörler m-RNA’yı tanıyan reseptörlerdir. Aldığımız besindeki m-RNA’yı tanıyarak parçalara ayırır. Hayvanlardan ve bitkilerden aldığımız tüm genetik şifre evrensel reseptörler aracılığı ile parçalanır böylece. Ama şu zehri üreten genetik şifre evrensel gen sistemi içinde olmayan yabancı bir genetik şifredir. Vücut bunu algılayamıyor ve parçalayamıyor. Bu yüzdendir ki insanın karaciğerinde, lenfatik sisteminde, akciğerinde bu genetik şifreyi tespit etti bilim. Bu genetik şifrenin bizim kendi genetik yapımıza nasıl bir etkisi olacağı bilinmiyor. Bilinmemesinin iki büyük nedeni var:
1) Bu konuda araştırma yapmak çok pahalı olup devletten ve bilim kuruluşlarından destek alınamayacağı için yapılamıyor.
2) Bu tür hastalıklar kronik hastalıklardır ve 20-30 yıllık beslenmeden sonra ortaya çıkabilir.
2009 Şubat ayında yayınlanan bir çalışmada GDO’lu mısırdaki genetik şifrenin insan bağırsağında bulunan bakterilerin genetik şifresi ile birleşerek aynı pestisitin üretildiği tespit edilmiştir. Yani bizim bağırsağımızda bilmem ne kelebeğini öldüren ilaç üretiliyor. Bunun bağırsak kanserini ya da başka tür kanserleri ne oranda artıracağı bilgisi şu anda yok. Avrupa’da ve Amerika’da gıdaların güvenliğinden sorumlu kuruluşlar bu gıdaların normal gıdalardan hiçbir farkı olmadığını söylemiştir. Bugüne kadar GDO’lu ürünlerin insan sağlığına hiçbir zararı olmadığı yönünde hiçbir araştırma yapılmamış olmasına rağmen bu iki kuruluş sakıncalı değildir raporu vermiştir. İki kuruluşun da temsilcilerinin kimden ne kadar rüşvet aldığı bugün belgelenmiştir.
Her şeyde yiyoruz bunları. İstediğiniz meşrubatı için, içinde mısırdan üretilmiş nişasta şurubu var ve bu şurubun üretilmesi aşamasında genetik yapısı değiştirilmiş bakteriler kullanılıyor.
Bunun ne yapacağını bilmiyoruz ama Rusya, İskoçya ve Avusturya’da bazı hayvan deneyleri yapılmıştır. İskoçya’da GDO ile beslenen farelerle yapılan deneyde o farelerin iç organlarının normale göre küçük olduğu saptanmıştır. Avusturya’da yapılan çalışmada kısırlık yarattığı saptanmıştır. Rusya’da yapılan çalışmalarda çok ağır toksitideler gösterdiği kanıtlanmıştır. Ama bu çalışmaların hepsinin üzerine ölü toprak serilmiştir.
(Activia gibi yoğurtlardaki bakteriler ile ilgili soru soruldu.) Bunların o konu ile ilgisi yok ama yine de söyleyeyim. İnsan vücudunda sindirime yardımcı olan bakteriler vardır, bu yoğurtlarda da bunlardan var. O bakteriler İsveç’te yapılmış araştırmaya göre konulmuş. Dolayısı ile İsveç’teki insana yararlı bakterilerin Türkiye’deki insana yararlı olacağı kesin değil. Gıda konusu hem üretim hem tüketim aşamasında çok faktöre bağlı. Gıda ile ilgili yaptığınız araştırmada çok dikkatli olmanız lazım. Mesela omega-3 ile ilgili yapılan çalışmalarda bazıları kalp hastalıklarını önlediğini bazıları ise bir etkisinin olmadığı söylemiştir. Hiçbir çalışmada omega-3 tüketimi sırasında ne kadar omega-6 tüketildiğinden bahsedilmemiştir. Ama madem omega-6 omega-3’ün emilimini engelliyor, bir omega-3 çalışması yaptığınızda mutlaka omega-6 miktarını da belirtmelisiniz. Şuna varmak istiyorum: Gıdaların insan sağlığına etkilerini araştırmak çok zor bir konu ve bunun için trilyonlarca lira yatırım yapmak gerekir. Bu yüzden bırakın onları, atalarımızın yaptığını yapalım biz. Binlerce yıldır onlar geldiğine göre doğruyu yapmışlar. Biz onları taklit etmek zorundayız.
AB’ye girme konusuna kesin karşı gelmek zorundayız. Fransa’da reddedilen AB Anayasası tamamen neoliberal ekonomik sistemi savunan bir anayasadır. Bugün AB, Amerika’nın politikasını taklit ediyor, yani sömürgeleşmeyi.
Almanya’da Slow Food bir anket yapmış GDO’ya karşı mısınız diye ve %80 karşı çıkmışlar. O ankette en çok neden karşısınız diye bir soru sormuşlar ve doğaya saygımızdan demişler. Doğaya saygı duyarsak kendimize, sağlığımıza saygı duyarız. Ama aynı Almanya AB’nin diğer üye ülkelerinde mesela Romanya’da, Bulgaristan’da GDO’lu tarım yapılmasını teşvik ediyor çünkü bir yasak koyamıyorsun. Dünya Ticaret Örgütü’ne üyeysen bir malın satılmasına engel olamıyorsun ve 181 ülke üye bu kuruluşa. Bulgaristan o yüzden apar topar AB’ye dahil edildi bence. Çünkü GDO’nun ekildiği toprak kontaminasyona uğruyor ve o tohum orada 10 yıl canlı kalabiliyor. Başka şey ekseniz bile ektiğiniz bitkiye GDO etkisi bulaşabiliyor. Bu yüzden AB’deki bu ülkeler kendi topraklarında GDO istemiyor da Bulgaristan’da ekiyor.
Sevindirici bir haber var. 117 milyar hektar GDO’lu tarım arazisinin %98’i 5 ülkede. Bu ülkeler Amerika, Kanada, Çin, Arjantin ve Brezilya. Ama maalesef lobisi çok güçlü ve yayılmak istiyor. Başlarda GDO’nun daha iyi olduğunu iddia ederek ortaya çıktılar ama dünya bunu yemedi. Sonra en az onlar kadar iyi dediler. AB bile %5 kota diye bir karar aldı. Bu da lobinin gücünü gösteriyor. GDO’lu tarım ticaretinin %94’ünü Monsanto firması yapmaktadır. Yani ben tek bir şirketin kar etme arzusu sebebiyle iki saattir ayakta duruyorum. Gençliğimde filmlerde bir silah üretilir ve bütün dünyaya hakim olunurdu. Dünyaya hakim olmak için kullanılan o silah artık tohum.
Bütün dünya insanları bir gemide yer alıyor. En dipte Afrikalılar var. Gemi su almaya başladı ve Afrikalılar boğuldu. En üsttekiler de bu gemide yer aldıklarını unutmasınlar."

Derleyen: Tuğba
kaynak: Yeşim Güriş

teşekkürlerimizle...