Yeşim Güriş'in aktarımından:
"S.O.S
Hepimiz kulak kesildik sizi dinliyoruz hocam.Bir çözüm geç kalınmadan bulunmak zorunda...
S.O.S
ŞEKER
Beynin kullandığı glikozu vücut zaten üretiyor.Şeker yiyince kan şekeri düşüyor.Beyne daha az glikoz gidiyor.Sınav öncesi şeker beyin performansını daha da düşürür.
Torunlara çukulata şeker vermek ''Al çocuğum daha çabuk öl!'' demektir.
Şekerin vücutta kimyasal etkileri var.Çoğumuzda diz ve kalça eklemlerine takılıyor,kimyasal yoldan kıkırdağı eritiyor.
Hapishanelerde şeker oranı azaltıldıkça kavgalar da azalıyor.Okullarda artan vahşetten söz ediliyor ama kantinler kapatılmıyor.
Osmanlı mutfağının bir bölümü Araplardan etkilenmiştir.İlk şeker İran'da kullanılmıştır.Şekere düşkünlük,özellikle şerbetli tatlılar ki en zararlı olanlardır,Osmanlı mutfağının sağlıksız yüzüdür.
Kültür bahçeciliği ile meyvelerdeki şeker oranı tam dört katına çıkmıştır.
İnsan sanayileşme adında topraktan kopartıldı.
Liberalizm,sosyalizm ve kapitalizm,bu üç ideoloji de günümüzde yetersiz kalıp,kilitlenmişlerdir.Yönetim modeli DOĞANIN ortasına oturtulmalıdır.Eko sosyalizm diye birşey olamaz.Herşey ekolojik bazda yeni bir bakış açısı ile ele alınıp,yeni bir sistem kurulmalıdır.Günümüze dek gelen hiçbir ideoloji çözüm olamaz.
Tutsilerin başına gelenler gibi,yaşam alanı daralırsa öldürmek mübahlaşabilir.
Kuzey yarım küre zenginleştikçe güney yarım küre fakirleşmektedir.Kuzey yarım kürenin güneyin yaşam alanını yok etmesini şu anki hangi ideoloji engel olabilir ki?
Manyetolu çakmaklar sağlığa zararlı olmaları nedeni ile Avrupa'da yasaklandı.Doğru olan tüm çakmakları yok etmekti ama ne yapıldı.Bize satıldı!Hani şu 50 kuruşa satılanlar!Kapış kapış aldıklarımız,Avrupalının ise ülkesinde bile ürettirmediği!
''Herkes eşittir ama bazıları DAHA EŞİTTİR!'' (George Orwell -Animal Farm)
DDT'yi hatırlayalım.Önceleri sağlıklıdır dediler ve nerdeyse banyo bile yaptık DDT zehiri ile.Sonra zehirlidir dendi ama eldeki stoklar bitene kadar Türkiye'de kullanılabilir diye KANUN çıkarttılar!Buyrun cenaze namazına.
Sermaye merkezli yaşam İMKANSIZ.Merkezde olması gereken İNSANdır.AB ülkeleri GDO'lu bitkileri Afrika ülkelerinde üretmektedir!
Yağa dönersek,zeytinyağı 230-250 santigtatta dumanlaşır.Evde kullandığımız tavalar 180 derece civarı ısınır.Yani kızartma esnasında yanması imkansız,sadece yağasidi artar.
Türkiye'de yaklaşık 355 bin gıda üreticisinden yılda ancak 50 bin kadarının sağlık denetlemesi yapılabiliniyor.Çalışanlara nasıl sağlık karnesi verildiği ise başlı başına ayrı bir konu!Surata bakıp kaşe basmak yeterli olabiliyor bazen...Sarılık mı o sadece bir renk.
GDO'lu ürünler artık her yerde.Soya lesitini kullanılan her yiyecekte var.Hazır işlenmiş gıda yiyenlerin vay haline.
Amerika'da organik diye satılan ürünlerin %40 ında GDO tesbit edilmiştir.150 kadar tarımı yapılan GDO'lu bitkinin dünya üzerinde 8 tanesinin yaygın ticareti yapılmaktadır.
Biyo çeşitlilik yok edilmek isteniyor.Az sayıdaki ürünle çok para kazanılmak isteniyor.
Monsanto %95 ile GDO'lu üretimde tek lider dünyada.Amaç ülkeleri sadece Monsanto tohumuna bağımlı kıldıktan sonra tohum vermemek.Çok yakında politikayı tohum şirketleri yönlendirecek.
Limondaki şeker portakala eşittir.Limonda ekşi madde olduğu için tatları farklıdır.Ekşi elmanın şeker oranı tatlı elmaya eşittir.
Yumurta kolestrol konusunda aklandı diyoruz.HAYIR.Yumurta zaten hep aktı,hiçbir zaman kara değildi.Bizim Beynimiz aklandı!İki çeşit kolestrol vardır.Yumurtanınki büyük kümeli kolestrol olduğu için zaten insan hücre duvarından içeri geçemez.Ayrıca yumurtada bulunan lesitin kolestrolün bağırsaklarda emilimini engeller.
Beslenme MATEMATİKTİR.
Bir kaşık bal beş gram şekerdir.Çok sebze az meyve yemeliyiz günümüzde.Antioksidan miktarı taş devrinde 6 kat daha fazla idi.Şeker ise dört kat az.
Küçük balık yiyin.Büyük balıkta Omega 3 fazkadır ama zehir oranı da fazladır.Memleketimizin sardalyası şifa gibidir.Omega 3 depresyonun baş düşmanıdır.
İlaç satmak amaç olmamalıdır.Koruyucu hekimlik derhal uygulanmalıdır.Kapitalist düzenin eğitim sisteminde çok büyük hatalar vardır.Örneğin tıp fakültelerinde beslenme dersi yoktur!Ama ne yersen osundur!
Gıda güvenliği sadece akut zehirlenmelere yol açan örnekleri ile ele alınıp gündeme geliyor.Gıdanın temiz olması güvenli olması anlamına gelmiyor.Almanya'nın % 60'ı kronik hastalıklardan ölüyor.Yani yıllar içinde biriken,anlık belirti vermeyen zehirlerle yavaş yavaş.Gıda güvenliğinin boyutları acilen genişletilmelidir.
İşte böyle anlattı sevgili Kenan Hocamız.Bizlerde can kulağı ile dinledik.
Taksim'de 7 mayıs persembe akşamı,yine üşenmeden,tekrar tekrar anlatacak hocamız birer birer hepimize.Tıpkı,diğer insanlar kıyıda oturmuş sadece seyrederken,tek başına dimdik,ölmek üzere olan deniz yıldızlarını birer birer kumsaldan suya geri atan iyimser,azimli insanoğlu gibi.Gelgitte ölüme sürüklenen milyonlarcasını tek başına kurtaramayacağını bilir ama her dokunduğu yıldız tekrar can bulup,onun yüzünde yıldız yıldız gülücük olarak açacaktır.
Her dokunuş özeldir ve farkı yaratan da özel olabilenlerdir.
Sevgiyle kalın..."
kaynak: Yeşim Güriş
4 Haziran 2009 Perşembe
Kenan Hoca,Stearik Asit(CH3(CH2)16COOH) ve CLA!
Yeşim Güriş'in aktarımından:
"Hepimizin kahramanı sevgili Kenan Hocamız pazar günkü panelde,bir kere daha kendisine hayran bıraktırdı engin bilgeliği ve müthiş sunum performansı ile.Araya bu denli sarsıcı bir ölüm olayı girince biraz kafamı toparlamakta zorlanıyorum ama hemen anladıklarımı sizlerle paylaşmaya başlayayım dostlar.Hatam olursa affınıza sığınıyorum.
GDO'lu mısır ve sağlığa zararı malum.Mısırdan şeker üretirken sağlıklı temiz GDOsuz mısır kullanılsa dahi,süreç esnasında enzim üretmek için kullanılan bakterilerin genetikleri ile oynandığı için,yani GDO'lu bakteriler kullanıldığı için Nişasta Bazlı Şeker (NBŞ) de yine GDO'lu olup sağlığımızı mahvediyor.
FDA ve Avrupa konseyi GDOlu besinlerle klasik besinlerin aynı olduğu yönünde raporlar yayınladılar ama anlaşıldıki GDO'nun sağlığımız üzerinde kanıtlanmış tüm zararlı etkilerini kanıtlayan çalışmaları yine aynı kurumlar hep sümen altı yapmışlar.
Beslenme ile ilgili hastalıklar hep birikim sonucu oluşur ve kroniktirler.40-50 yıl içerisinde kronikleşirler.GDO'lu besinler henüz 10 yılşdır tüketilmekte.20 sene sonra ne olacak?
Ocak 2009 da mısıra musallat olan kelebek için zehir üreten gen konuldu mısıra.Artık kelebek musallat olmuyor çünkü o mısırı yediği anda ölüyor.Bir iki ölen olunca da hayvan akıllı bir daha yemek ne kelime yanına bile yanaşmıyor mısırın.Satan halinden pek bir memnun.Bankalarda hesapları şiştikçe şişiyor.Bu mısıra para verip alarak tüketen bizler ise,kotası %15 olan NBŞ'nin(pancar şekerinden çok daha ucuz olduğu için artık tek tercih gibi olan) farklı isimlerle bize yedirildiği çorbadan tutun da özellikle minicik yavrularımızın severek tükettiği çukulatadan bisküviye MSG'li cipslere kadar zevkle bu zehiri mideye indiriyoruz.Sindirilirken böcek öldürücü gen de bağırsaklarımızdaki bakterileri değiştiriyor.Yani bakteriler bağırsaklarımızın içinde Sheltoks üretiyor!Bizi içten de zehirliyor!Keşke kelebek kadar yaşama içgüdüm olabilse!
Diyelim ki art niyetli biri böyle bir besin üretti ve size yediriyor!Haberimiz bile olmadan toprağa cümleten gireriz.Biyolojik silah sadece gazla mazla olmuyor yani!
Bir zamanların en sağlıklı mutfaklarından Osmanlı mutfağı neden sağlıklı değil artık?Omega 3 ve Omega 6'yı hatırlayın.Evliya Çelebi'nin Trabzon gezisini okursanız hamsinin zeytinyağında pişirildiğini görürsünüz.Bugün ise ayçiçek yağında...
1948 yılında Marshall planı İnönü tarafından imzalandı.Amerika'nın fazla mısırı bize ithal edilmeye başlandı.O zamana kadar asırlardır sağlıklı tereyağlar ve zeytinyağlarla beslenen halkımız yapılan propagandalarla bu sağlıklı besinleri beğenmez oldu.Örneğin Erzurum'da o dönem ''Zeytinyağlı yiyemem aman,basma da fistan giyemem aman'' diye zeytinyağını aşağılayan türküler bile yapıldı.
Ayçiçek yağının patenti ilk Londra'da alındı ama ilk defa Ruslar tarafından üretildi.Bulgaristan Trakya üzerinden de bize geldi.Mısır ve ayçiçek yağı Omega 6 dan çok zengin.Bağışıklık sistemi ve cilt sağlığı için elzem.Ama Omega 6 fazla olunca Omega 3 emilemiyor.Hücre zarı Omega 3'ten zengin değilse Omega 6'dan oluşuyor.Omega 6 araşidonik asit yani stres hormonu üretiyor.Omega 6 el bombası gibidir.Kapı menteşesini bile ayçiçek yağıyla yağlamam.
Her yağ karışımdır.Zeytinyağda %8 Omega 6 vardır ve yeterlidir,fazlası zarardır.Omega 6 vücutta tanımlanamadığı için vücutta yakılamaz.Damar duvarlarında,karaciğerde yıkım yapar.
Günümüz insanında kronik Omega 3 eksikliği var.
Kronik hastalıklar önlenebilir.Dünya nüfüsunun %60'ı kronik hastalıktan ölüyor.Yapılan beslenme hatalarından dolayı 60 lı yaşlarda ölmeye başlıyoruz.Hatalı beslenme,hareketsiz yaşam ve tütün kullanımı kronik hastalık sebebi.
Omega 3 balıktan ele edilir ama temel kaynağı yeşilliktir.Balıkta Omega 3,yosun yediği için bulunur.İnek ot yerse Omega 3 olur.Osmanlı mutfağı sağlıklı idi çünkü Omega 3 vardı.Dedelerimiz tereyağı,koyun eti yiyerek zamanında balığa eş değerde beslenmiş.Doğu Anadolu'da balık mı vardı!
Stearik asit doymuş yağ asididir.Ahırda beslenen hayvanda palmetik asit,merada beslenen hayvanda stearik asit olur.Palmetik asit süt tozunda vardır.Transyağlar gibi palmetik asit kolestrolü oksitler.
Stearik asit ne yapar?Yendikten 15 dakika sonra zeytinyağına dönüşür.İçyağ 150 sene önce zeytinyağ gibiydi.Hayvanlara geri verilecek özgürlük Osmanlı mutfağını eski sağlığına kavuşturur.Günümüzde kalp hastaları artmıştır.Ekolojik yaşam hayvana saygı ile başlar.Ağacın da koyunun da demokratik hakları vardır.Ahırlarda hayvanlar hastalanıp ölmesinler diye o kadar çok antibiyotik veriliyorki sütler artık mayalanmıyor bile...Hayvan özgürleşirse mutfakta özgürleşir.Şu anda bu ortamda sağlığımız için yapabileceğimiz tek şey yağsız et tüketmek taki eski mera hayvanlarına kavuşana dek.Mera sütünde Omega 3 ve metabolizmayı düzenliyen CLA var.Ahır sütünde ise Omega 3 ve CLA yok ama kolestrolü oksitleyici maddeler dolu...
CLA'dan zengin beslenen kadınlarda meme kanseri %60 daha az görülür.Doğal sütte insüline benzeyen büyüme hormonu bulunur.Hani şu 100 yaşından sonra süt dişi gibi dişler çıkartan!Peynirden en az zarar görmek için mümkün olan en az yağlı %1,5 gibileri tüketmek lazım.
Bilmek başka uygulamak başka...
Kalalım hep sağlıcakla... "
kaynak: Yeşim Güriş
"Hepimizin kahramanı sevgili Kenan Hocamız pazar günkü panelde,bir kere daha kendisine hayran bıraktırdı engin bilgeliği ve müthiş sunum performansı ile.Araya bu denli sarsıcı bir ölüm olayı girince biraz kafamı toparlamakta zorlanıyorum ama hemen anladıklarımı sizlerle paylaşmaya başlayayım dostlar.Hatam olursa affınıza sığınıyorum.
GDO'lu mısır ve sağlığa zararı malum.Mısırdan şeker üretirken sağlıklı temiz GDOsuz mısır kullanılsa dahi,süreç esnasında enzim üretmek için kullanılan bakterilerin genetikleri ile oynandığı için,yani GDO'lu bakteriler kullanıldığı için Nişasta Bazlı Şeker (NBŞ) de yine GDO'lu olup sağlığımızı mahvediyor.
FDA ve Avrupa konseyi GDOlu besinlerle klasik besinlerin aynı olduğu yönünde raporlar yayınladılar ama anlaşıldıki GDO'nun sağlığımız üzerinde kanıtlanmış tüm zararlı etkilerini kanıtlayan çalışmaları yine aynı kurumlar hep sümen altı yapmışlar.
Beslenme ile ilgili hastalıklar hep birikim sonucu oluşur ve kroniktirler.40-50 yıl içerisinde kronikleşirler.GDO'lu besinler henüz 10 yılşdır tüketilmekte.20 sene sonra ne olacak?
Ocak 2009 da mısıra musallat olan kelebek için zehir üreten gen konuldu mısıra.Artık kelebek musallat olmuyor çünkü o mısırı yediği anda ölüyor.Bir iki ölen olunca da hayvan akıllı bir daha yemek ne kelime yanına bile yanaşmıyor mısırın.Satan halinden pek bir memnun.Bankalarda hesapları şiştikçe şişiyor.Bu mısıra para verip alarak tüketen bizler ise,kotası %15 olan NBŞ'nin(pancar şekerinden çok daha ucuz olduğu için artık tek tercih gibi olan) farklı isimlerle bize yedirildiği çorbadan tutun da özellikle minicik yavrularımızın severek tükettiği çukulatadan bisküviye MSG'li cipslere kadar zevkle bu zehiri mideye indiriyoruz.Sindirilirken böcek öldürücü gen de bağırsaklarımızdaki bakterileri değiştiriyor.Yani bakteriler bağırsaklarımızın içinde Sheltoks üretiyor!Bizi içten de zehirliyor!Keşke kelebek kadar yaşama içgüdüm olabilse!
Diyelim ki art niyetli biri böyle bir besin üretti ve size yediriyor!Haberimiz bile olmadan toprağa cümleten gireriz.Biyolojik silah sadece gazla mazla olmuyor yani!
Bir zamanların en sağlıklı mutfaklarından Osmanlı mutfağı neden sağlıklı değil artık?Omega 3 ve Omega 6'yı hatırlayın.Evliya Çelebi'nin Trabzon gezisini okursanız hamsinin zeytinyağında pişirildiğini görürsünüz.Bugün ise ayçiçek yağında...
1948 yılında Marshall planı İnönü tarafından imzalandı.Amerika'nın fazla mısırı bize ithal edilmeye başlandı.O zamana kadar asırlardır sağlıklı tereyağlar ve zeytinyağlarla beslenen halkımız yapılan propagandalarla bu sağlıklı besinleri beğenmez oldu.Örneğin Erzurum'da o dönem ''Zeytinyağlı yiyemem aman,basma da fistan giyemem aman'' diye zeytinyağını aşağılayan türküler bile yapıldı.
Ayçiçek yağının patenti ilk Londra'da alındı ama ilk defa Ruslar tarafından üretildi.Bulgaristan Trakya üzerinden de bize geldi.Mısır ve ayçiçek yağı Omega 6 dan çok zengin.Bağışıklık sistemi ve cilt sağlığı için elzem.Ama Omega 6 fazla olunca Omega 3 emilemiyor.Hücre zarı Omega 3'ten zengin değilse Omega 6'dan oluşuyor.Omega 6 araşidonik asit yani stres hormonu üretiyor.Omega 6 el bombası gibidir.Kapı menteşesini bile ayçiçek yağıyla yağlamam.
Her yağ karışımdır.Zeytinyağda %8 Omega 6 vardır ve yeterlidir,fazlası zarardır.Omega 6 vücutta tanımlanamadığı için vücutta yakılamaz.Damar duvarlarında,karaciğerde yıkım yapar.
Günümüz insanında kronik Omega 3 eksikliği var.
Kronik hastalıklar önlenebilir.Dünya nüfüsunun %60'ı kronik hastalıktan ölüyor.Yapılan beslenme hatalarından dolayı 60 lı yaşlarda ölmeye başlıyoruz.Hatalı beslenme,hareketsiz yaşam ve tütün kullanımı kronik hastalık sebebi.
Omega 3 balıktan ele edilir ama temel kaynağı yeşilliktir.Balıkta Omega 3,yosun yediği için bulunur.İnek ot yerse Omega 3 olur.Osmanlı mutfağı sağlıklı idi çünkü Omega 3 vardı.Dedelerimiz tereyağı,koyun eti yiyerek zamanında balığa eş değerde beslenmiş.Doğu Anadolu'da balık mı vardı!
Stearik asit doymuş yağ asididir.Ahırda beslenen hayvanda palmetik asit,merada beslenen hayvanda stearik asit olur.Palmetik asit süt tozunda vardır.Transyağlar gibi palmetik asit kolestrolü oksitler.
Stearik asit ne yapar?Yendikten 15 dakika sonra zeytinyağına dönüşür.İçyağ 150 sene önce zeytinyağ gibiydi.Hayvanlara geri verilecek özgürlük Osmanlı mutfağını eski sağlığına kavuşturur.Günümüzde kalp hastaları artmıştır.Ekolojik yaşam hayvana saygı ile başlar.Ağacın da koyunun da demokratik hakları vardır.Ahırlarda hayvanlar hastalanıp ölmesinler diye o kadar çok antibiyotik veriliyorki sütler artık mayalanmıyor bile...Hayvan özgürleşirse mutfakta özgürleşir.Şu anda bu ortamda sağlığımız için yapabileceğimiz tek şey yağsız et tüketmek taki eski mera hayvanlarına kavuşana dek.Mera sütünde Omega 3 ve metabolizmayı düzenliyen CLA var.Ahır sütünde ise Omega 3 ve CLA yok ama kolestrolü oksitleyici maddeler dolu...
CLA'dan zengin beslenen kadınlarda meme kanseri %60 daha az görülür.Doğal sütte insüline benzeyen büyüme hormonu bulunur.Hani şu 100 yaşından sonra süt dişi gibi dişler çıkartan!Peynirden en az zarar görmek için mümkün olan en az yağlı %1,5 gibileri tüketmek lazım.
Bilmek başka uygulamak başka...
Kalalım hep sağlıcakla... "
kaynak: Yeşim Güriş
Etiketler:
Prof. Demirkol
Yağlar ve Kenan Hoca
7 Mayıs 2009 Perşembe, Kenan Demirkol Hoca ile Yağ Söyleşisi*:
*(Sevgili Tuğba'nın notlarından ve izniyle, Yeşim Güriş'in aktarımı.. Kalemlerinize sağlık...)
"Kenan Hoca söyleşiye adeta kimya dersiyle başlayıp yağların kimyasal yapısını anlattı. Ardından yağ asitlerini, hangi yağın hangi yağ asidini içerdiğini, bunların yararları, zararları ve kaynakları üzerinde durdu. Ayçiçek yağından üzüm çekirdeği yağına kadar pek çok yağ hakkında detaylı bilgiler verdi. Tereyağı ve yumurta konusuna da değindi. Konuşmanın özetini Kenan Hoca’nın ağzından aktarıyorum:
BİO-YAKIT YALANI:
Yağlar, karbon ve hidrojen atomlarından oluşan ve yağda çözünen bir hidrokarbon zinciri ile oksijen ve hidroksit içeren ve suda çözünen bir hidroksil grubundan oluşur. Alkolün yağdan farkı hidroksil grubunda sadece hidroksit bulunması. Benzinin yağdan farkı ise sadece hidrokarbon grubundan oluşması yani hidroksil grubunun olmaması.
Dolayısı ile her üç madde de karbon içeriyor ve oksijen ile yakılmaları sonucunda atık ürün olarak karbondioksit ve su çıkıyor. Sonuçta alkol ya da tarımsal kökenli dizel, fosil yakıtlarla aynı kapıya çıkıyor, yani çevreye daha az zararlı değiller. Bu kadar ön plana çıkmalarının sebebi enerji piyasasında pay alma kavgası, yoksa çevre ile bir ilgisi yok.
YAĞ ASİTLERİ:
Yağ asitleri karbon atomları arasındaki bağ şekillerine göre şu şekilde sınıflandırılır:
1- Doymuş
2- Doymamış
a- Tekli Doymamış
b- Çoklu Doymamış
i- Omega-3
ii- Omega-6
Karbonlar arasında sadece bir bağ varsa doymuş, çifte bağ varsa doymamış yağ asidi oluyor. Eğer bu çifte bağ bir tane ise tekli, birden fazla ise çoklu doymamış yağ asidi oluyor. İlk çifte bağ, zincirdeki hangi karbondan başlıyorsa yağ o isim ile anılıyor. Yani 3. ve 4. karbonlar arasında çifte bağ varsa omega-3, 6. ve 7. karbonlar arasında varsa omega-6 oluyor.
(Bu kadar teorik bilgiden sonra sıra omega-3 ve omega-6 yağlarının önemine geldi.)
OMEGA-3 YAĞ ASİDİ:
İnsan vücudu için en gerekli yağ asidi omega-3’tür, çünkü omega-3 hücre zarı ve miyelin kılıfta kullanılan bir yapı taşıdır. Bu yüzden birçok hastalık omega-3 yoksunluğundan kaynaklanıyor. Omega-3:
- Hücre zarı elastikiyetini etkiler. Yokluğu yüksek tansiyona sebep olur.
- Hücre zarında elektriksel stabiliteyi sağlar. Yokluğu çarpıntı hastalıklarına ve aritmilere sebep olur.
Omega-3 hücre zarında bulunmadığı zaman araşidonik asit ile idame edilir. Araşidonik asit stres hormonlarının hammaddesidir. Yani gecekondumuzu inşa edecek tuğla bulamadığımızda yerine el bombası kullanıyoruz. Damar yaralanması söz konusu olduğunda pıhtılaşma ile yaranın tamiratı trombositler ile yapılır. Omega-3 zengini hücrelerde bu iş az sayıda trombosit ile yapılır. Eğer araşidonik asitten bol bir damar yaralanmışsa tamirat mesela 3 değil 300 trombosit ile yapılmaya çalışılır. Yani damar tıkanıklığı ve kalp krizi.
Şimdi 40 yaşın üstündekilere aspirin önermemizin sebebi budur. Kan sulansın da tıkanıklık yapmasın. Ama bir aspirin insanı 7 gün kanatır, hatta aspirin kullanan insanları ameliyat etmek için bir hafta beklemek gerekir.
Omega-3 aynı zamanda glikoz metabolizmasının iyi çalışmasını sağlar. Aşırı insülin salgılanmasını engelleyerek metabolik sendromu önler.
Omega-3 güçlü bir antioksidandır; kanseri önler.
OMEGA-6 YAĞ ASİDİ:
Yağlar, içinde en çok hangi yağ asidi bulunuyorsa onun ismi ile anılır. Mesela ayçiçek yağı omega-6 ile anılır. Omega-6 içeren diğer yağlar arasında mısırözü ve soya yağı sayılabilir. Ayçiçek yağının %60’ı içinde iki tane çifte bağ olan linoleik asitten oluşmaktadır. Linoleik ait bağışıklık sistemi tarafından hammadde olarak kullanılır, cilt sağlığı için önemlidir.
Doktorlar 40-50 yıl önce kolesterolü düşürüyor diye omega-6 içeren yağları önerdiler. Ama bu yağların içinde doymuş yağ asitleri de vardır. Ayrıca omega-3 ve omega-6 yağ asitleri bağırsaklardan aynı enzimlerle emilir. Omega-6, omega-3’e göre daha büyük, daha hantal olduğu için reseptörleri işgal eder ve omega-3’ün emilimini engeller.
Omega-3’ün emilimini engellemeyecek ölçüde omega-6 almak gerekir. Bunu sağlayan omega-3:omega 6 oranı hakkında değişik görüşler vardır. Japonlar bu oranı 1:1 olarak açıklamıştır. Dünya Sağlık Örgütü’ne göre ise 1:4’tür. Yani 1g omega-3’e en çok 4g omega-6 alınabilir. Bir yemek kaşığı ayçiçek yağı 12 gramdır. %60’ı yaklaşık 7.5g yapar. 7.5g omega-6’yı karşılamak için yaklaşık 2g omega-3 almak gerekir. Oysaki 100g hamside bile 1.2g omega-3 var. Yani omega-3 altından daha değerli. Bu yüzden eve ayçiçek, mısır, soya, pamuk yağı sokmuyoruz. Bugünkü beslenmemizde omega-3:omega:6 oranı 1:20-50’dir. Patates cipsi, mayonez, ketçap, salata sosları, dışarıda yediğimiz bütün tencere yemekleri hep bu yağlardan yapılıyor. İsterseniz bir kutu balık yağı (omega-3 bakımından zengin) alın, beslenmenizden ayçiçek yağını çıkarmadıkça bir işe yaramaz anca kanalizasyonu sevindirirsiniz.
Zeytinyağının içinde %7 linoleik asit vardır ve bu bize ihtiyacımız olan omega-6’yı sağlar. Omega-3 açısından bakarsak yine de riskli bir durum var, çünkü zeytinyağı omega-6 da içerir bu yüzden ölçülü kullanmalı, kaşık kaşık içmemeliyiz.
OMEGA-3 NELERDEN ALINIR?
Üç tane omega-3 kaynağı vardır:
1- Bitkisel kökenli alfa linoleik asit (ALA)
2- Hayvansal kökenli eicosopentaen asit (EPA)
3- Hayvansal kökenli docosaheksaen asit (DHA) (Miyelin kılıfta olan budur yani beyin için iyi olan)
Bir grup çocuğa balık yağı vermişler ve balık yağı verilmeyenlerle karşılaştırmışlar. Bir müddet sonra balık yağı alanlarda televizyon izleme azalmış, ders çalışma ve başarı artmış. Kütüphane yok mu diye sormaya başlamışlar.
Eksik omega-3 deposunu doldurmak 2 yıl alıyor.
Peki balık olmayan ülkelerde insanlar nasıl omega-3 aldılar? Bu soruyu cevaplamak için balığın neden omega-3 içerdiğini bulmak yeterlidir. Balık omega-3 içerir çünkü yosun ya da yosun yiyen küçük balık ile beslenir. Yani omega-3 kaynağı yeşilliktir. İnek de otlarsa onun etinde de omega-3 bulunur. Ama maalesef piyasada satılan çeşitli tereyağlarını TÜBİTAK’a kendi paramla test ettirdim ve hiçbirinde omega-3 çıkmadı. Pirinç kırığı, patates, pancar küspesi ve mısır silajı yedirerek hayvandan omega-3 alınması mümkün değildir.
Madem artık inek omega-3 yemiyor biz yiyelim deme lüksüne de sahip değiliz. Çünkü insan, bitkisel kökenli olan alfa linoleik asitten EPA ve DHA üretmekte zorlanıyor. 7g ALA’dan 1g EPA anca üretebiliyor. Bu mikitar 10 kg marulda var ve bu kadar yememiz mümkün değil. Vejetaryenlere de ayrıca duyurulur.
Günde 1.6g EPA veya DHA lazım. Bunun için 50g keten tohumu yemek lazım, mümkün değil. Ceviz de iyi ama 100g cevizin 600 kalorisi var. Bunun yerine 200g hamsi yiyelim. Hamsi, sardalye, uskumru yiyin. Küçük balıkları tavsiye etmemin sebebi denizlerimizin inanılmaz derecede ağır metallerle kirlenmiş olması. Ağır metaller balığın yağ dokusunda birikiyor. Balık büyüdükçe yağ dokusu, dolayısı ile de ağır metal birikimi artıyor. Dip balığı (kalkan) ve büyük balık yemeyin. Hamsi yüzey balığıdır ve yakalananlar 1 yaşın altında olduğu için temiz sayılabilir. Hamsi en güçlü omega-3 kaynaklarından biridir. Her gün balık yiyin de diyemiyorum bu sefer de ağır metal birikiminden gidersiniz.
Ziraatı öldürdük; ziraat mühendisliğini yarattık, gıdayı öldürdük gıda mühendisliğini yarattık, çevreyi öldürdük, çevre mühendisliğini yarattık. Sağlıklı toplum istiyorsak köklerimize; bilge köylü tarımına dönmeliyiz. Bu işler bireysel olmaz. Mesela Pembe Domatesçiler biz 3-5 hayvan yetiştireceğiz der. Ya da devlet kronik hastalık tedavisine 30 milyar dolar harcayacağıma çiftçiye 10 milyar dolar vereyim der. 30 milyarı Amerikan firmalarına kaptıracağına, 10 milyarı çiftçine ver hem de insanlar sağlıklı yaşasın değil mi?
Hayvansal kökenli omega-3 balık dışında yumurta sarısında var. Her sabah 1 ya da 2 yumurta yiyin. 2 yumurta 0.8 g omega-3 verir. Ama tabii ki doğal yumurta. Türkiye’deki yumurtalardan civciv bile çıkmıyormuş, civcivler İsrail’den geliyormuş.
YUMURTA VE KOLESTEROL YALANI:
Bir yumurtada 300 mg kolesterol var. İnsanın günde alabileceği maksimum kolesterol miktarı da 300 mg. Ama bu kolesterol tek başına değil kümeler halinde bulunuyor.
Üç çeşit kolesterol var:
1- VLDL (very low density lipoprotein)
2- LDL (low density lipoprotein)
3- HDL (high density lipoprotein)
LDL de kendi içinde küçük LDL ve büyük LDL olarak ikiye ayrılıyor. Yumurtadaki büyük LDL ve çapı 0.28 mikron. Hücrede büyük moleküllerin alınması için tüneller vardır, bu tünellerin çapı ise 0.22 mikron. Yani bu kolesterol hücreye giremiyor. Ayrıca yumurtada lesitin diye bir madde var. Bu madde yumurtadan alınan kolesterolün bağırsaklardan emilimini engelliyor. Kazara emilenler olursa da hücreden geçemiyor. Bir de yumurta da doymuş yağ asidi de yoktur.
Ev hanımları kızacak ama yumurtayı yıkamadan kırın. Yumurta kabuğunun üzerinde bulunan salmonellalar (zararlı bir bakteri), yumurta ıslaksa yumurtanın içine geçer. Kuru iken bu risk az. Yumurtayı kırıp hemen elinizi yıkayın. Eğer yumurtanın dışnda tavuk pisliği varsa bir kağıtla temizleyip sonra kırın. Ayrıca tencere kenarına vurarak da kırmayın, tencerenin içine geçebilirler.
Yumurta palavrası yılda 50 milyar dolarlık kolesterol hapı satılsın diye uyduruldu. Kolesterolü olan birisi beslenme şeklini değiştirmediği sürece (şeker yemeyecek, mera hayvanından olmayan sütü içmeyip peyniri yemeyecek, kolesterolü oksitleyen yiyeceklerden kaçınacak…) bu hapları kullanmak zorunda kalır. Ama unutmamalıdır ki bu haplar kansere yol açabilir.
Çiftlik yumurtası bulamıyorsanız içinde 2.5 kat fazla omega-3 olan omega-3’lü yumurtaları tercih edebilirsiniz. Bu yumurtaların sağlandığı tavuklara keten tohumu yediriyorlar.
Fazla omega-3 alınsa bile kaka ile atılır (bir dinleyici sordu). Karaciğer yağlanması da omega-3 eksikliğinden. Omega-3 eksikliği olup olmadığı test edilebiliyor, Türkiye’de yapılıyor mu bilmiyorum. “Eritrosit” testinde alyuvarların hücre zarındaki omega-3 miktarına bakılıyor, bu miktar kalp kasındaki omega-3 miktarı ile paralel. Yüksek seviyede omega-3 enfarktüs riskini düşürdüğü gibi enfarktüse bağlı ölüm riski de düşük seviyede omega-3’ünküne göre %90 fark ediyor.
DOYMUŞ YAĞLAR:
Tereyağına kendine has kokusunu ve tadını veren bütirik asit doymuştur.
Doğada 40 çeşit doymuş yağ var. Bunlardan 3 tanesi sağlığa zararlıdr.
1- C12 - laurik asit
2- C14 – ministik asit
3- C16- palmitik asit
(C18 – stearik asit, açıklanacak)
Bu asitler kolesterolü asitlediği için zararlıdır. Yoksa kolesterol zararlı değildir. Zararlı olsa anne sütünde bulunmazdı zaten. Oksitleyen maddeler früktozun trigliserite dönüşmesi ve C12, C14, C16. Kolesterol oksitlenirse damar sertliği yapar.
Palmitik asit kahveye atılan süt tozlarının hammaddesi. Afiyet olsun, damar kireçlenmesi!
Mesela Adana kebap. Hammaddesi iç yağdır. İç yağın hammaddesi de palmitik asit. Atalarımız da Adana kebap yiyordu da niye onlara bir şey olmuyordu? Çünkü onlar mera hayvanından elde ediyorlardı eti. Mera hayvanının iç yağındaki ana madde stearik asit. Stearik asit 37.5 derecede emiliyor ve vücuda alındıktan 15 dakika sonra oleik aside yani zeytinyağındaki yağ asidine dönüşüyor.
ETTEN ÇOK PEYNİRDEN KAÇININ!
Mera hayvanının etinde omega-3 vardır ve C12, C14, C16 çok azdır. Ayrıca konjüge linoleik asit (CLA) içerir ki bu asit çok kuvvetli bir antioksidandır. CLA içeren besinlerle beslenen kadınlarda %60 daha az meme kanseri görülür. Mera hayvanının sütünde ayrıca insüline benzeyen bir büyüme hormonu da bulunur. Anadolu’da 100 yaşında üçüncü kalıcı dişini çıkaranlar efsane değildir. CLA ve bu büyüme hormonu sadece mera hayvanının sütünde var. Bugünkü sütte ise durum tam tersi. Etten çok peynirden kaçının. Çünkü hiç olmazsa etin yağını ayıklayabiliyorsunuz. Kıyma değil ama, kıyma almayın sakın. Peynirin yağını ise ayıklayamıyorsunuz. Beyaz peynirin %20’si yağ. Tanıdığınız bildiğiniz üreticilerden alın. Keçi yemle beslenmez derler ama organik keçi peyniri satan bir marka sağımda keçilere küspe veriyormuş.
STRES DEĞİL YANLIŞ BESLENME
İnsanlar niçin 36 yaşında kanser olup, 30 yaşında enfarktüs geçiriyor? Stres diyorlar, yalan! Yeteri kadar omega-3 alınırsa stresle baş edilebilir. Bir araştırmada omega-3 yönünden zengin beslenen Japonya ile omega-3 yönünden fakir beslenen Polonya karşılaştırılmış. Japonya’da stres daha fazla olmasına rağmen 5 kat daha az depresyon görülmüş. Amerika’da sadece omega-3 ile şizofreniyi tedavi eden klinikler var.
ZEYTİNYAĞI, MARGARİN VE TRANS YAĞLAR
Zeytinyağının hammaddesi oleik asittir. Oleik asitteki karbonlar arasındaki çifte bağ, üç boyutlu atom yapısına baktığımızda atomların birbirlerine 107 derecelik bir açıyla bağlı olmalarına sebep olur. Bu 107 derecelik kırılma aynı yönde ise “cis”, ters yönde ise “trans” diye adlandırılır. Ters yöndeki bu trans yağ asitleri vücut tarafından tanınmıyor, tanınsa bile sindirilemiyor. Karaciğerde ve damarlarda depolanıyor. Yani benim sünnet düğünümde yediğim patates kızartmaları hâlâ duruyor.
Trans yağlar kolesterolü oksitler. Hatta inme açısından düşündüğümüzde doymuş yağlardan da tehlikelidir.
Trans yağlar en çok şarküteri ürünlerinde (salam, sosis, vb) bulunur. Bunlarda zaten doymuş yağ da çoktur.
Margarinde de trans yağ vardır. Şimdi margarindeki trans yağları attılar ama bu onu aklamaya yetmez. Zaten bugün pastacılıkta kullanılan (börek, poğaça, açma, vb) margarinler hâlâ trans yağlı. Çünkü piyasadaki margarinlerin sadece üçte birinden trans yağlar çıkarıldı. Pastaneler de ucuz olan trans yağlı margarinleri tercih ederler doğal olarak.
60 g poğaçadan rahat 20 g margarin alıyoruzdur. Dünya Sağlık Örgütü trans yağ alınmamasını, alınsa bile günde en çok 2 g alınmasını tembihliyor. Gerisini siz düşünün artık.
Ucuz sıvı yağlar ilk aşamada hidrojenize edilerek katı hale getiriliyor. İkinci aşamada, ters gelen yağ asitlerinin filtre edilmesi gerekiyor. E tabii bu da ek masraf gerektiriyor.
Margarin yapımında ya Hindistan kökenli palm yağı, palm çekirdeği yağı ve Hindistan cevizi yağı gibi doymuş yağ asitlerinden zengin yağlar ya da pamuk yağı, ayçiçek yağı gibi çoklu doymamış yağ asitlerinden zengin yağlar kullanılıyor.
Margarin yiyerek vücudunuza şunları alırsınız:
1- Trans yağ asidi
2- Palmitik asit
3- Linoleik asit
Linoleik asit ısıtıldığı anda hidroksinanomal diye bir madde oluşur. Bu madde hücredeki genetik yapıya atak ederek kansere sebep olan bir maddedir. Bu yüzden kızartmaları ayçiçek yağı, mısır yağı gibi yağlarda yapmamalıyız.
Kızartma zeytinyağında yapılırsa hidroksinanomal oluşmaz, omega-3’ün emilimi engellenmez, ayrıca zeytinyağı ısıya dayanıklıdır. 230 – 250 derecede dumanlaşır. Bu açıdan bakıldığında ısıya en dayanıklı yağdır. Sızma yağını tavada kullanırsak organik koku maddeleri daha düşük ısıda yandığı için bir koku oluşur ama bu zararlı değildir ve kesinlikle yağın yağdığını göstermez. Zeytinyağı ile kızartma yapılmaz yalanını Marshall yardımından sonra uydurdular.
Tavalar 170 - 200 derece sıcaklıkları arasında kullanılır ama pişirme zamanı olarak 170 ile 200 derecenin bir farkı yoktur. Bu yüzden illâ kızartma yapacaksanız 170 derecede kızartın. Ayrıca sebzelerin yağ çekmesinin en önemli sebebi kızartma yağının defalarca kullanılmasıdır.
FINDIK YAĞI
Fındık yağı zeytinyağına çok benzer. Fındığın %60’ı yağdır. Ama yağının çıkarılması için 80 dereceye ısıtılması yani rafine edilmesi gerekir. Bu da antioksidanları öldürür. Zeytinyağından vazgeçmeyin; hem yağ kalitesi hem de antioksidan açısından zenginliği bakımından.
KANOLA YAĞI
Kanola yağından bahsetmek bile istemiyorum.
RİVİERA ZEYTİNYAĞI
Zeytin çuvala konur, bağlanır, asılır ve kendiliğinden bir yağ çıkar. Ondan sonra prese alınır. Bir müddet sonra ağırlık bindikçe çekirdekler de kırılmaya başlar ve çekirdeğin içindeki asitler de yağa karışır, bu yüzden yağ acımsı bir hal alır. Bu en son yağın piyasa değeri yoktur. Ticarî açıdan değeri olmayan bu çok tortulu zeytinyağları ısıdan geçirilerek rafine zeytinyağı elde edilir. Koku versin diye de içine %5 oranında sızma eklenir. İşte bu yağa riviera zeytinyağı denir.
Siz sızma zeytinyağı kullanın ve yağı da ateş kapatıldıktan sonra koyun. Ben hatta yemek tabağa gelince ekliyorum zeytinyağını. Zeytinyağı ısı görmeyince antioksidanları ölmez ve asitidesi artmaz (mide hassasiyeti önlenir böylece).
Bir dinleyiciden not: Zeytinyağının soğuk presle mi kontinü sistemle mi elde edildiğine dikkat edin. Çünkü kontinü sistem ile elde edilenler sızma değildir.
Zeytinyağını şeffaf şişeye koymayın. E vitamini ve antioksidanları ölür.
Türkiye’de kişi başına düşen zeytinyağı tüketimi yılda 1litre, Yunanistan’da ise 20 litre. Yani herkes bilinçlense bile yeteri kadar zeytinyağı yok.
ÜZÜM ÇEKİRDEĞİ, KABAK ÇEKİRDEĞİ, CEVİZ, BADEM YAĞLARI
Üzüm çekirdeği yağını araştırmıştım, tam hatırlamıyorum ama sanırım lineloik asit fazla içeriyor diye beğenmemiştim. Kabak çekirdeği yağı da öyle. Kabak çekirdeği prostata iyi geliyormuş (bir dinleyici söyledi). Ama şuna dikkat edin; prostattan korunayım derken bütün vücuttan olmayın. Bu tarz şifa ile ilgili yiyeceklerin ölçüsü taneyle olmalı bizde ise ölçüler avuçla. Bir avuç fındık mesela aşağı yukarı 500 kaloridir, ayrıca aldığın 80 gram yağın yaklaşık 10 gramı lineloik asittir. Fındık yağının bileşimi aslında iyi değildir. Yani 3-5 tane kabak çekirdeği yiyin ama abartmayın öyle avuç avuç yemeyin. Ceviz ve badem yağları iyidir aslında ama badem yağında arsenik vardır, bu yüzden az yiyin. 100 g cevizde 600 kalori vardır.
Susam yağı da ayçiçek yağı gibidir, kötüdür. Yani sadece susamdan alınan omega-6 tolere edilebilir ama başka omega-6 almazsan. Tahin helvası yemeyin. Hem içerdiği susamdaki kötü yağ açısından hem de içerdiği şeker açısından. Tahin pekmezden de uzak durmak gerekir.
OMEGA-3 KAPSÜLLERİ VE TAKVİYE VİTAMİNLER:
Günde 2 yumurta yiyerek omega-3 ihtiyacımızın yarısını karşılayabildiğimize ve omega-3’ten yoksun bir dönemde yaşadığımıza göre sağlıklı beslenerek geri kalanını alamıyorsak üzülerek söylüyorum dışarıdan takviye etmek zorundayız (Hocaya kendisinin kullanıp kullanmadığı soruldu, “maalesef kullanıyorum, benim kullanmam zorunlu zaten” dedi). Omega-3 balık yağından üretiliyor (Alaska’daki balıklardan üretiliyor ve burada kirlilik de az).
Omega-3’ü takviye edebilsek de CLA’yı edemeyiz. Doğada 15 çeşit CLA vardır. Sütte bulunan CLA ile aspirden üretilip zayıflatmak amacıyla kozmetikte de kullanılan CLA’nın atomik yapısı aynı değildir. Aspirden üretilen CLA kalpten omega-3 alıp götürür. Eğer sütten CLA alamıyorsanız asla takviyeye başvurmayın.
Örneğin E vitamininin kanseri önlediği ortaya çıktıktan sonra bir deney yapıldı ve bir gruba E vitamini hap olarak verildi, diğer gruba ise verilmedi. E vitamini alan grupta %10 daha fazla kanser görüldü. Çünkü yapay olarak üretilen E vitamininin %90’ı trans.
Haftada 40 farklı, çoğu toprak kökenli besin maddesi tüketiliyorsa asla ek vitamin ve minerale ihtiyaç yoktur. 40 farklı besin maddesini nasıl alabiliriz haftada? Her gün farklı bir salata yaparak. Ama maalesef bu şekilde omega-3’ü ve CLA’yı alamıyoruz. CLA’yı dışarıdan takviye ile de alamıyoruz. Otla beslenen hayvanın sütünden peynirinden başka seçenek yok yani.
Otlayan hayvan kirlilikten de nasibini alabilir (civa, kurşun). Mesela Almanya’da otoban kenarında hayvan otlatmak yasak. Ama tabii Ağrı’da bu sorun yok.
ORGANİK HAYVANCILIK YASASI YANLIŞ
Mısır’ın Anadolu geçmişi 400 yıl. Yani hayvanın beslenmesinde mısır yok ki! Nasıl biz şeker yemeyin, nişasta az tercih edin diyorsak aynı şey hayvanlar için de geçerli. Patates, mısır, pirinç kırığı hep nişasta halbuki. Kışın hayvanları yemle besliyor olabilirler. Sonbahara doğru hayvanlar yayladan inmeden gidin mesela Ağrı’daki bir köye peynirinizi yaptırın.
Ben sonbahara doğru yurtdışına çıktığımda yaz boyunca merada otlamış hayvanın sütünden üretilen organik tereyağı alıyorum çünkü organik hayvancılık yasası yanlış. Organik tarım yasası makul ama Avrupa Birliği organik hayvancılık yasasını alın çöpe atın. Çünkü %10 sanayi yemine izin veriyor. Ayrıca organik tarımla üretildiyse pancar küspesine, patatese, mısıra izin veriyor. Ne zamandan beri hayvan pancar yiyor? O yüzden kışın dikkat etmeli.
SONUÇ
Benim yaptığım 100 sene önceki Anadolu’yu bugünkü bilgilerle çözümlemekten başka bir şey değil. Talep etmeyi bilirsek ulaşma olasılığımız da artar. 1.5 milyon çiftçi işsiz kaldı, biz kılımızı bile kıpırdatmadık. Bu yüzden kronik hastalıklardan ölmeye mahkûmuz. Fakir ama temiz kalmış köyleri yeniden bulmak zorundayız.
Ben 1 Mayıs’tan beri https://www.demokratikyasam.com/ adresinde aylık bir dergi yayınlıyorum artık. Demokratikleşmenin tüm unsurlarını içeren konular da olacak ve sizlerin de yazı, fotoğraf vererek aktif katılımızı rica ediyorum. Özellikle erkek yazar - kadın yazar oranı %50 olsun istedik ama bir tek kadın yazar bulabildik."
Derleyen: Tuğba
kaynak: Yeşim Güriş
teşekkürlerimizle...
*(Sevgili Tuğba'nın notlarından ve izniyle, Yeşim Güriş'in aktarımı.. Kalemlerinize sağlık...)
"Kenan Hoca söyleşiye adeta kimya dersiyle başlayıp yağların kimyasal yapısını anlattı. Ardından yağ asitlerini, hangi yağın hangi yağ asidini içerdiğini, bunların yararları, zararları ve kaynakları üzerinde durdu. Ayçiçek yağından üzüm çekirdeği yağına kadar pek çok yağ hakkında detaylı bilgiler verdi. Tereyağı ve yumurta konusuna da değindi. Konuşmanın özetini Kenan Hoca’nın ağzından aktarıyorum:
BİO-YAKIT YALANI:
Yağlar, karbon ve hidrojen atomlarından oluşan ve yağda çözünen bir hidrokarbon zinciri ile oksijen ve hidroksit içeren ve suda çözünen bir hidroksil grubundan oluşur. Alkolün yağdan farkı hidroksil grubunda sadece hidroksit bulunması. Benzinin yağdan farkı ise sadece hidrokarbon grubundan oluşması yani hidroksil grubunun olmaması.
Dolayısı ile her üç madde de karbon içeriyor ve oksijen ile yakılmaları sonucunda atık ürün olarak karbondioksit ve su çıkıyor. Sonuçta alkol ya da tarımsal kökenli dizel, fosil yakıtlarla aynı kapıya çıkıyor, yani çevreye daha az zararlı değiller. Bu kadar ön plana çıkmalarının sebebi enerji piyasasında pay alma kavgası, yoksa çevre ile bir ilgisi yok.
YAĞ ASİTLERİ:
Yağ asitleri karbon atomları arasındaki bağ şekillerine göre şu şekilde sınıflandırılır:
1- Doymuş
2- Doymamış
a- Tekli Doymamış
b- Çoklu Doymamış
i- Omega-3
ii- Omega-6
Karbonlar arasında sadece bir bağ varsa doymuş, çifte bağ varsa doymamış yağ asidi oluyor. Eğer bu çifte bağ bir tane ise tekli, birden fazla ise çoklu doymamış yağ asidi oluyor. İlk çifte bağ, zincirdeki hangi karbondan başlıyorsa yağ o isim ile anılıyor. Yani 3. ve 4. karbonlar arasında çifte bağ varsa omega-3, 6. ve 7. karbonlar arasında varsa omega-6 oluyor.
(Bu kadar teorik bilgiden sonra sıra omega-3 ve omega-6 yağlarının önemine geldi.)
OMEGA-3 YAĞ ASİDİ:
İnsan vücudu için en gerekli yağ asidi omega-3’tür, çünkü omega-3 hücre zarı ve miyelin kılıfta kullanılan bir yapı taşıdır. Bu yüzden birçok hastalık omega-3 yoksunluğundan kaynaklanıyor. Omega-3:
- Hücre zarı elastikiyetini etkiler. Yokluğu yüksek tansiyona sebep olur.
- Hücre zarında elektriksel stabiliteyi sağlar. Yokluğu çarpıntı hastalıklarına ve aritmilere sebep olur.
Omega-3 hücre zarında bulunmadığı zaman araşidonik asit ile idame edilir. Araşidonik asit stres hormonlarının hammaddesidir. Yani gecekondumuzu inşa edecek tuğla bulamadığımızda yerine el bombası kullanıyoruz. Damar yaralanması söz konusu olduğunda pıhtılaşma ile yaranın tamiratı trombositler ile yapılır. Omega-3 zengini hücrelerde bu iş az sayıda trombosit ile yapılır. Eğer araşidonik asitten bol bir damar yaralanmışsa tamirat mesela 3 değil 300 trombosit ile yapılmaya çalışılır. Yani damar tıkanıklığı ve kalp krizi.
Şimdi 40 yaşın üstündekilere aspirin önermemizin sebebi budur. Kan sulansın da tıkanıklık yapmasın. Ama bir aspirin insanı 7 gün kanatır, hatta aspirin kullanan insanları ameliyat etmek için bir hafta beklemek gerekir.
Omega-3 aynı zamanda glikoz metabolizmasının iyi çalışmasını sağlar. Aşırı insülin salgılanmasını engelleyerek metabolik sendromu önler.
Omega-3 güçlü bir antioksidandır; kanseri önler.
OMEGA-6 YAĞ ASİDİ:
Yağlar, içinde en çok hangi yağ asidi bulunuyorsa onun ismi ile anılır. Mesela ayçiçek yağı omega-6 ile anılır. Omega-6 içeren diğer yağlar arasında mısırözü ve soya yağı sayılabilir. Ayçiçek yağının %60’ı içinde iki tane çifte bağ olan linoleik asitten oluşmaktadır. Linoleik ait bağışıklık sistemi tarafından hammadde olarak kullanılır, cilt sağlığı için önemlidir.
Doktorlar 40-50 yıl önce kolesterolü düşürüyor diye omega-6 içeren yağları önerdiler. Ama bu yağların içinde doymuş yağ asitleri de vardır. Ayrıca omega-3 ve omega-6 yağ asitleri bağırsaklardan aynı enzimlerle emilir. Omega-6, omega-3’e göre daha büyük, daha hantal olduğu için reseptörleri işgal eder ve omega-3’ün emilimini engeller.
Omega-3’ün emilimini engellemeyecek ölçüde omega-6 almak gerekir. Bunu sağlayan omega-3:omega 6 oranı hakkında değişik görüşler vardır. Japonlar bu oranı 1:1 olarak açıklamıştır. Dünya Sağlık Örgütü’ne göre ise 1:4’tür. Yani 1g omega-3’e en çok 4g omega-6 alınabilir. Bir yemek kaşığı ayçiçek yağı 12 gramdır. %60’ı yaklaşık 7.5g yapar. 7.5g omega-6’yı karşılamak için yaklaşık 2g omega-3 almak gerekir. Oysaki 100g hamside bile 1.2g omega-3 var. Yani omega-3 altından daha değerli. Bu yüzden eve ayçiçek, mısır, soya, pamuk yağı sokmuyoruz. Bugünkü beslenmemizde omega-3:omega:6 oranı 1:20-50’dir. Patates cipsi, mayonez, ketçap, salata sosları, dışarıda yediğimiz bütün tencere yemekleri hep bu yağlardan yapılıyor. İsterseniz bir kutu balık yağı (omega-3 bakımından zengin) alın, beslenmenizden ayçiçek yağını çıkarmadıkça bir işe yaramaz anca kanalizasyonu sevindirirsiniz.
Zeytinyağının içinde %7 linoleik asit vardır ve bu bize ihtiyacımız olan omega-6’yı sağlar. Omega-3 açısından bakarsak yine de riskli bir durum var, çünkü zeytinyağı omega-6 da içerir bu yüzden ölçülü kullanmalı, kaşık kaşık içmemeliyiz.
OMEGA-3 NELERDEN ALINIR?
Üç tane omega-3 kaynağı vardır:
1- Bitkisel kökenli alfa linoleik asit (ALA)
2- Hayvansal kökenli eicosopentaen asit (EPA)
3- Hayvansal kökenli docosaheksaen asit (DHA) (Miyelin kılıfta olan budur yani beyin için iyi olan)
Bir grup çocuğa balık yağı vermişler ve balık yağı verilmeyenlerle karşılaştırmışlar. Bir müddet sonra balık yağı alanlarda televizyon izleme azalmış, ders çalışma ve başarı artmış. Kütüphane yok mu diye sormaya başlamışlar.
Eksik omega-3 deposunu doldurmak 2 yıl alıyor.
Peki balık olmayan ülkelerde insanlar nasıl omega-3 aldılar? Bu soruyu cevaplamak için balığın neden omega-3 içerdiğini bulmak yeterlidir. Balık omega-3 içerir çünkü yosun ya da yosun yiyen küçük balık ile beslenir. Yani omega-3 kaynağı yeşilliktir. İnek de otlarsa onun etinde de omega-3 bulunur. Ama maalesef piyasada satılan çeşitli tereyağlarını TÜBİTAK’a kendi paramla test ettirdim ve hiçbirinde omega-3 çıkmadı. Pirinç kırığı, patates, pancar küspesi ve mısır silajı yedirerek hayvandan omega-3 alınması mümkün değildir.
Madem artık inek omega-3 yemiyor biz yiyelim deme lüksüne de sahip değiliz. Çünkü insan, bitkisel kökenli olan alfa linoleik asitten EPA ve DHA üretmekte zorlanıyor. 7g ALA’dan 1g EPA anca üretebiliyor. Bu mikitar 10 kg marulda var ve bu kadar yememiz mümkün değil. Vejetaryenlere de ayrıca duyurulur.
Günde 1.6g EPA veya DHA lazım. Bunun için 50g keten tohumu yemek lazım, mümkün değil. Ceviz de iyi ama 100g cevizin 600 kalorisi var. Bunun yerine 200g hamsi yiyelim. Hamsi, sardalye, uskumru yiyin. Küçük balıkları tavsiye etmemin sebebi denizlerimizin inanılmaz derecede ağır metallerle kirlenmiş olması. Ağır metaller balığın yağ dokusunda birikiyor. Balık büyüdükçe yağ dokusu, dolayısı ile de ağır metal birikimi artıyor. Dip balığı (kalkan) ve büyük balık yemeyin. Hamsi yüzey balığıdır ve yakalananlar 1 yaşın altında olduğu için temiz sayılabilir. Hamsi en güçlü omega-3 kaynaklarından biridir. Her gün balık yiyin de diyemiyorum bu sefer de ağır metal birikiminden gidersiniz.
Ziraatı öldürdük; ziraat mühendisliğini yarattık, gıdayı öldürdük gıda mühendisliğini yarattık, çevreyi öldürdük, çevre mühendisliğini yarattık. Sağlıklı toplum istiyorsak köklerimize; bilge köylü tarımına dönmeliyiz. Bu işler bireysel olmaz. Mesela Pembe Domatesçiler biz 3-5 hayvan yetiştireceğiz der. Ya da devlet kronik hastalık tedavisine 30 milyar dolar harcayacağıma çiftçiye 10 milyar dolar vereyim der. 30 milyarı Amerikan firmalarına kaptıracağına, 10 milyarı çiftçine ver hem de insanlar sağlıklı yaşasın değil mi?
Hayvansal kökenli omega-3 balık dışında yumurta sarısında var. Her sabah 1 ya da 2 yumurta yiyin. 2 yumurta 0.8 g omega-3 verir. Ama tabii ki doğal yumurta. Türkiye’deki yumurtalardan civciv bile çıkmıyormuş, civcivler İsrail’den geliyormuş.
YUMURTA VE KOLESTEROL YALANI:
Bir yumurtada 300 mg kolesterol var. İnsanın günde alabileceği maksimum kolesterol miktarı da 300 mg. Ama bu kolesterol tek başına değil kümeler halinde bulunuyor.
Üç çeşit kolesterol var:
1- VLDL (very low density lipoprotein)
2- LDL (low density lipoprotein)
3- HDL (high density lipoprotein)
LDL de kendi içinde küçük LDL ve büyük LDL olarak ikiye ayrılıyor. Yumurtadaki büyük LDL ve çapı 0.28 mikron. Hücrede büyük moleküllerin alınması için tüneller vardır, bu tünellerin çapı ise 0.22 mikron. Yani bu kolesterol hücreye giremiyor. Ayrıca yumurtada lesitin diye bir madde var. Bu madde yumurtadan alınan kolesterolün bağırsaklardan emilimini engelliyor. Kazara emilenler olursa da hücreden geçemiyor. Bir de yumurta da doymuş yağ asidi de yoktur.
Ev hanımları kızacak ama yumurtayı yıkamadan kırın. Yumurta kabuğunun üzerinde bulunan salmonellalar (zararlı bir bakteri), yumurta ıslaksa yumurtanın içine geçer. Kuru iken bu risk az. Yumurtayı kırıp hemen elinizi yıkayın. Eğer yumurtanın dışnda tavuk pisliği varsa bir kağıtla temizleyip sonra kırın. Ayrıca tencere kenarına vurarak da kırmayın, tencerenin içine geçebilirler.
Yumurta palavrası yılda 50 milyar dolarlık kolesterol hapı satılsın diye uyduruldu. Kolesterolü olan birisi beslenme şeklini değiştirmediği sürece (şeker yemeyecek, mera hayvanından olmayan sütü içmeyip peyniri yemeyecek, kolesterolü oksitleyen yiyeceklerden kaçınacak…) bu hapları kullanmak zorunda kalır. Ama unutmamalıdır ki bu haplar kansere yol açabilir.
Çiftlik yumurtası bulamıyorsanız içinde 2.5 kat fazla omega-3 olan omega-3’lü yumurtaları tercih edebilirsiniz. Bu yumurtaların sağlandığı tavuklara keten tohumu yediriyorlar.
Fazla omega-3 alınsa bile kaka ile atılır (bir dinleyici sordu). Karaciğer yağlanması da omega-3 eksikliğinden. Omega-3 eksikliği olup olmadığı test edilebiliyor, Türkiye’de yapılıyor mu bilmiyorum. “Eritrosit” testinde alyuvarların hücre zarındaki omega-3 miktarına bakılıyor, bu miktar kalp kasındaki omega-3 miktarı ile paralel. Yüksek seviyede omega-3 enfarktüs riskini düşürdüğü gibi enfarktüse bağlı ölüm riski de düşük seviyede omega-3’ünküne göre %90 fark ediyor.
DOYMUŞ YAĞLAR:
Tereyağına kendine has kokusunu ve tadını veren bütirik asit doymuştur.
Doğada 40 çeşit doymuş yağ var. Bunlardan 3 tanesi sağlığa zararlıdr.
1- C12 - laurik asit
2- C14 – ministik asit
3- C16- palmitik asit
(C18 – stearik asit, açıklanacak)
Bu asitler kolesterolü asitlediği için zararlıdır. Yoksa kolesterol zararlı değildir. Zararlı olsa anne sütünde bulunmazdı zaten. Oksitleyen maddeler früktozun trigliserite dönüşmesi ve C12, C14, C16. Kolesterol oksitlenirse damar sertliği yapar.
Palmitik asit kahveye atılan süt tozlarının hammaddesi. Afiyet olsun, damar kireçlenmesi!
Mesela Adana kebap. Hammaddesi iç yağdır. İç yağın hammaddesi de palmitik asit. Atalarımız da Adana kebap yiyordu da niye onlara bir şey olmuyordu? Çünkü onlar mera hayvanından elde ediyorlardı eti. Mera hayvanının iç yağındaki ana madde stearik asit. Stearik asit 37.5 derecede emiliyor ve vücuda alındıktan 15 dakika sonra oleik aside yani zeytinyağındaki yağ asidine dönüşüyor.
ETTEN ÇOK PEYNİRDEN KAÇININ!
Mera hayvanının etinde omega-3 vardır ve C12, C14, C16 çok azdır. Ayrıca konjüge linoleik asit (CLA) içerir ki bu asit çok kuvvetli bir antioksidandır. CLA içeren besinlerle beslenen kadınlarda %60 daha az meme kanseri görülür. Mera hayvanının sütünde ayrıca insüline benzeyen bir büyüme hormonu da bulunur. Anadolu’da 100 yaşında üçüncü kalıcı dişini çıkaranlar efsane değildir. CLA ve bu büyüme hormonu sadece mera hayvanının sütünde var. Bugünkü sütte ise durum tam tersi. Etten çok peynirden kaçının. Çünkü hiç olmazsa etin yağını ayıklayabiliyorsunuz. Kıyma değil ama, kıyma almayın sakın. Peynirin yağını ise ayıklayamıyorsunuz. Beyaz peynirin %20’si yağ. Tanıdığınız bildiğiniz üreticilerden alın. Keçi yemle beslenmez derler ama organik keçi peyniri satan bir marka sağımda keçilere küspe veriyormuş.
STRES DEĞİL YANLIŞ BESLENME
İnsanlar niçin 36 yaşında kanser olup, 30 yaşında enfarktüs geçiriyor? Stres diyorlar, yalan! Yeteri kadar omega-3 alınırsa stresle baş edilebilir. Bir araştırmada omega-3 yönünden zengin beslenen Japonya ile omega-3 yönünden fakir beslenen Polonya karşılaştırılmış. Japonya’da stres daha fazla olmasına rağmen 5 kat daha az depresyon görülmüş. Amerika’da sadece omega-3 ile şizofreniyi tedavi eden klinikler var.
ZEYTİNYAĞI, MARGARİN VE TRANS YAĞLAR
Zeytinyağının hammaddesi oleik asittir. Oleik asitteki karbonlar arasındaki çifte bağ, üç boyutlu atom yapısına baktığımızda atomların birbirlerine 107 derecelik bir açıyla bağlı olmalarına sebep olur. Bu 107 derecelik kırılma aynı yönde ise “cis”, ters yönde ise “trans” diye adlandırılır. Ters yöndeki bu trans yağ asitleri vücut tarafından tanınmıyor, tanınsa bile sindirilemiyor. Karaciğerde ve damarlarda depolanıyor. Yani benim sünnet düğünümde yediğim patates kızartmaları hâlâ duruyor.
Trans yağlar kolesterolü oksitler. Hatta inme açısından düşündüğümüzde doymuş yağlardan da tehlikelidir.
Trans yağlar en çok şarküteri ürünlerinde (salam, sosis, vb) bulunur. Bunlarda zaten doymuş yağ da çoktur.
Margarinde de trans yağ vardır. Şimdi margarindeki trans yağları attılar ama bu onu aklamaya yetmez. Zaten bugün pastacılıkta kullanılan (börek, poğaça, açma, vb) margarinler hâlâ trans yağlı. Çünkü piyasadaki margarinlerin sadece üçte birinden trans yağlar çıkarıldı. Pastaneler de ucuz olan trans yağlı margarinleri tercih ederler doğal olarak.
60 g poğaçadan rahat 20 g margarin alıyoruzdur. Dünya Sağlık Örgütü trans yağ alınmamasını, alınsa bile günde en çok 2 g alınmasını tembihliyor. Gerisini siz düşünün artık.
Ucuz sıvı yağlar ilk aşamada hidrojenize edilerek katı hale getiriliyor. İkinci aşamada, ters gelen yağ asitlerinin filtre edilmesi gerekiyor. E tabii bu da ek masraf gerektiriyor.
Margarin yapımında ya Hindistan kökenli palm yağı, palm çekirdeği yağı ve Hindistan cevizi yağı gibi doymuş yağ asitlerinden zengin yağlar ya da pamuk yağı, ayçiçek yağı gibi çoklu doymamış yağ asitlerinden zengin yağlar kullanılıyor.
Margarin yiyerek vücudunuza şunları alırsınız:
1- Trans yağ asidi
2- Palmitik asit
3- Linoleik asit
Linoleik asit ısıtıldığı anda hidroksinanomal diye bir madde oluşur. Bu madde hücredeki genetik yapıya atak ederek kansere sebep olan bir maddedir. Bu yüzden kızartmaları ayçiçek yağı, mısır yağı gibi yağlarda yapmamalıyız.
Kızartma zeytinyağında yapılırsa hidroksinanomal oluşmaz, omega-3’ün emilimi engellenmez, ayrıca zeytinyağı ısıya dayanıklıdır. 230 – 250 derecede dumanlaşır. Bu açıdan bakıldığında ısıya en dayanıklı yağdır. Sızma yağını tavada kullanırsak organik koku maddeleri daha düşük ısıda yandığı için bir koku oluşur ama bu zararlı değildir ve kesinlikle yağın yağdığını göstermez. Zeytinyağı ile kızartma yapılmaz yalanını Marshall yardımından sonra uydurdular.
Tavalar 170 - 200 derece sıcaklıkları arasında kullanılır ama pişirme zamanı olarak 170 ile 200 derecenin bir farkı yoktur. Bu yüzden illâ kızartma yapacaksanız 170 derecede kızartın. Ayrıca sebzelerin yağ çekmesinin en önemli sebebi kızartma yağının defalarca kullanılmasıdır.
FINDIK YAĞI
Fındık yağı zeytinyağına çok benzer. Fındığın %60’ı yağdır. Ama yağının çıkarılması için 80 dereceye ısıtılması yani rafine edilmesi gerekir. Bu da antioksidanları öldürür. Zeytinyağından vazgeçmeyin; hem yağ kalitesi hem de antioksidan açısından zenginliği bakımından.
KANOLA YAĞI
Kanola yağından bahsetmek bile istemiyorum.
RİVİERA ZEYTİNYAĞI
Zeytin çuvala konur, bağlanır, asılır ve kendiliğinden bir yağ çıkar. Ondan sonra prese alınır. Bir müddet sonra ağırlık bindikçe çekirdekler de kırılmaya başlar ve çekirdeğin içindeki asitler de yağa karışır, bu yüzden yağ acımsı bir hal alır. Bu en son yağın piyasa değeri yoktur. Ticarî açıdan değeri olmayan bu çok tortulu zeytinyağları ısıdan geçirilerek rafine zeytinyağı elde edilir. Koku versin diye de içine %5 oranında sızma eklenir. İşte bu yağa riviera zeytinyağı denir.
Siz sızma zeytinyağı kullanın ve yağı da ateş kapatıldıktan sonra koyun. Ben hatta yemek tabağa gelince ekliyorum zeytinyağını. Zeytinyağı ısı görmeyince antioksidanları ölmez ve asitidesi artmaz (mide hassasiyeti önlenir böylece).
Bir dinleyiciden not: Zeytinyağının soğuk presle mi kontinü sistemle mi elde edildiğine dikkat edin. Çünkü kontinü sistem ile elde edilenler sızma değildir.
Zeytinyağını şeffaf şişeye koymayın. E vitamini ve antioksidanları ölür.
Türkiye’de kişi başına düşen zeytinyağı tüketimi yılda 1litre, Yunanistan’da ise 20 litre. Yani herkes bilinçlense bile yeteri kadar zeytinyağı yok.
ÜZÜM ÇEKİRDEĞİ, KABAK ÇEKİRDEĞİ, CEVİZ, BADEM YAĞLARI
Üzüm çekirdeği yağını araştırmıştım, tam hatırlamıyorum ama sanırım lineloik asit fazla içeriyor diye beğenmemiştim. Kabak çekirdeği yağı da öyle. Kabak çekirdeği prostata iyi geliyormuş (bir dinleyici söyledi). Ama şuna dikkat edin; prostattan korunayım derken bütün vücuttan olmayın. Bu tarz şifa ile ilgili yiyeceklerin ölçüsü taneyle olmalı bizde ise ölçüler avuçla. Bir avuç fındık mesela aşağı yukarı 500 kaloridir, ayrıca aldığın 80 gram yağın yaklaşık 10 gramı lineloik asittir. Fındık yağının bileşimi aslında iyi değildir. Yani 3-5 tane kabak çekirdeği yiyin ama abartmayın öyle avuç avuç yemeyin. Ceviz ve badem yağları iyidir aslında ama badem yağında arsenik vardır, bu yüzden az yiyin. 100 g cevizde 600 kalori vardır.
Susam yağı da ayçiçek yağı gibidir, kötüdür. Yani sadece susamdan alınan omega-6 tolere edilebilir ama başka omega-6 almazsan. Tahin helvası yemeyin. Hem içerdiği susamdaki kötü yağ açısından hem de içerdiği şeker açısından. Tahin pekmezden de uzak durmak gerekir.
OMEGA-3 KAPSÜLLERİ VE TAKVİYE VİTAMİNLER:
Günde 2 yumurta yiyerek omega-3 ihtiyacımızın yarısını karşılayabildiğimize ve omega-3’ten yoksun bir dönemde yaşadığımıza göre sağlıklı beslenerek geri kalanını alamıyorsak üzülerek söylüyorum dışarıdan takviye etmek zorundayız (Hocaya kendisinin kullanıp kullanmadığı soruldu, “maalesef kullanıyorum, benim kullanmam zorunlu zaten” dedi). Omega-3 balık yağından üretiliyor (Alaska’daki balıklardan üretiliyor ve burada kirlilik de az).
Omega-3’ü takviye edebilsek de CLA’yı edemeyiz. Doğada 15 çeşit CLA vardır. Sütte bulunan CLA ile aspirden üretilip zayıflatmak amacıyla kozmetikte de kullanılan CLA’nın atomik yapısı aynı değildir. Aspirden üretilen CLA kalpten omega-3 alıp götürür. Eğer sütten CLA alamıyorsanız asla takviyeye başvurmayın.
Örneğin E vitamininin kanseri önlediği ortaya çıktıktan sonra bir deney yapıldı ve bir gruba E vitamini hap olarak verildi, diğer gruba ise verilmedi. E vitamini alan grupta %10 daha fazla kanser görüldü. Çünkü yapay olarak üretilen E vitamininin %90’ı trans.
Haftada 40 farklı, çoğu toprak kökenli besin maddesi tüketiliyorsa asla ek vitamin ve minerale ihtiyaç yoktur. 40 farklı besin maddesini nasıl alabiliriz haftada? Her gün farklı bir salata yaparak. Ama maalesef bu şekilde omega-3’ü ve CLA’yı alamıyoruz. CLA’yı dışarıdan takviye ile de alamıyoruz. Otla beslenen hayvanın sütünden peynirinden başka seçenek yok yani.
Otlayan hayvan kirlilikten de nasibini alabilir (civa, kurşun). Mesela Almanya’da otoban kenarında hayvan otlatmak yasak. Ama tabii Ağrı’da bu sorun yok.
ORGANİK HAYVANCILIK YASASI YANLIŞ
Mısır’ın Anadolu geçmişi 400 yıl. Yani hayvanın beslenmesinde mısır yok ki! Nasıl biz şeker yemeyin, nişasta az tercih edin diyorsak aynı şey hayvanlar için de geçerli. Patates, mısır, pirinç kırığı hep nişasta halbuki. Kışın hayvanları yemle besliyor olabilirler. Sonbahara doğru hayvanlar yayladan inmeden gidin mesela Ağrı’daki bir köye peynirinizi yaptırın.
Ben sonbahara doğru yurtdışına çıktığımda yaz boyunca merada otlamış hayvanın sütünden üretilen organik tereyağı alıyorum çünkü organik hayvancılık yasası yanlış. Organik tarım yasası makul ama Avrupa Birliği organik hayvancılık yasasını alın çöpe atın. Çünkü %10 sanayi yemine izin veriyor. Ayrıca organik tarımla üretildiyse pancar küspesine, patatese, mısıra izin veriyor. Ne zamandan beri hayvan pancar yiyor? O yüzden kışın dikkat etmeli.
SONUÇ
Benim yaptığım 100 sene önceki Anadolu’yu bugünkü bilgilerle çözümlemekten başka bir şey değil. Talep etmeyi bilirsek ulaşma olasılığımız da artar. 1.5 milyon çiftçi işsiz kaldı, biz kılımızı bile kıpırdatmadık. Bu yüzden kronik hastalıklardan ölmeye mahkûmuz. Fakir ama temiz kalmış köyleri yeniden bulmak zorundayız.
Ben 1 Mayıs’tan beri https://www.demokratikyasam.com/ adresinde aylık bir dergi yayınlıyorum artık. Demokratikleşmenin tüm unsurlarını içeren konular da olacak ve sizlerin de yazı, fotoğraf vererek aktif katılımızı rica ediyorum. Özellikle erkek yazar - kadın yazar oranı %50 olsun istedik ama bir tek kadın yazar bulabildik."
Derleyen: Tuğba
kaynak: Yeşim Güriş
teşekkürlerimizle...
Etiketler:
Prof. Demirkol
Kenan Demirkol ile GDO'lu Tohumlar
KENAN DEMİRKOL HOCAMIZ İLE GDO'LU TOHUMLAR 21 Mayıs 2009 Perşembe,
Kenan Demirkol Hoca ile Tohum Söyleşisi*:
*(Sevgili Tuğba'nın notlarından ve izniyle, Yeşim Güriş'in aktarımı.. Kalemlerinize sağlık...)
"Kenan Hocamız ilk önce yağ söyleşisinde konuştuğumuz tereyağı ile ilgili yanlış anlaşılmaları önlemek için bu konuya bir kere daha değinmek istedi. Ardından tohum konusuna geçti; hibrit tohumlar ve genetiği değiştirilmiş tohumlardan (GDO), bunların besin kalitesine ve insan sağlığına etkilerinden bahsetti. Bu söyleşide vitaminler ve antioksidanlara değinecek vakit kalmadığı için başka bir toplantıda konuşuruz dedi. Söyleşinin özetini hocamızın ağzından aktarıyorum:
MERADA BESLENEN HAYVANIN SÜTÜ VE TEREYAĞIGeçen sefer yağ söyleşisinde tereyağını konuşmuştuk. Bu konuya açıklık getirmek istiyorum. Bazı doktorlar “margarin yenmesin, tereyağı yensin” deniyor. Burada eksik bilgi var. %100 merada beslenen hayvanın sütünden elde edilen tereyağını keyifle yiyebilirsiniz. Fakat yemle beslenen hayvanın tereyağının yağ asit bileşenleri damar sertliği yapan aterojenik yağ asitlerinden zengindir, bunlardan kaçının. Ben İrlanda tereyağları ile (otlayan hayvanlardan elde edilen) markalı Türkiye tereyağlarını TÜBİTAK’ta incelettim. Çok ciddî fark var.
(Bu noktada konu süt tozuna geldi.) Süt kaliteli ise süt tozu da kalitelidir diye bir şey yok. Çünkü kurutma işlemi sırasında yağ asitleri oksitlenir.
(Sadeyağ tereyağından iyi midir diye soruldu). Sadeyağ daha sağlıklı değildir. Sadeyağın yapım gerekçesi dayanıklılığı artırmaktır ve her ısıl işlem besin kalitesini bozar. Gıdaya insan eli ne kadar çok değerse besin değeri de o kadar düşer, tarladan tabağa kavramı da bu yüzden gelişmiştir. O yüzden sadeyağ daha iyi değildir.
Doğal sütle yapay süt arasında 4 temel fark vardır:
1) Doymuş yağ asitleri açısından:
Aslında doymuş yağ asitlerinin hepsi zararlı değildir; 3 tanesi -laurik asit, ministik asit, palmitik asit- zararlıdır ve bunlara aterojenik yağ asitleri denir. Merada otlayan hayvanın sütünde bunlar çok az vardır. Laurik asitin az miktarının bağışıklığı güçlendirici bir etkisi vardır hatta AIDS tedavisinde kullanılması bile düşünülmüştür. Mera hayvanındaki laurik asit damar sertliğini artıracak miktarda değildir ama bağışıklığı güçlendirecek miktardadır. Yapay sütte ortalama %41 oranında milistik asit vardır. Doğal sütte ise bunun yarısından da az.
2) CLA açısından:
Doğal sütte son derece kuvvetli bir antioksidan olan CLA (konjüge linoleik asit) vardır. CLA, şişmanlamaya karşı korur ve meme kanserini önleyici etkisi vardır. Yapay sütte CLA hiç yoktur.
3) Omega-3 açısından:
Omega-3 kaynağı yeşilliktir. Dolayısı ile omega-3 mera hayvanının sütünde bulunur, yapay beslenen hayvanın sütünde bulunmaz.
4) İnsüline benzer büyüme hormonu açısından:
Doğal beslenen hayvanın sütünde insüline benzer bir büyüme hormonu vardır. Anadolu’da 100 yaşını aşan insanlarda ikinci kalıcı dişlerin düşüp üçüncü dişlerin çıkması efsane değildir. Bu hormon, hücrelerin rejenerasyon yeteneğini artırır, yapay sütte bulunmaz.
TOHUM
Tohum tehlikeli bir konu, tohum konusunda konuşan eninde sonunda işinden oluyor. Türkiye’ye bugün yılda 900.000 ton civarında tohum gerekiyor. Bunun sadece 152.000 tonu Türkiye’de üretiliyor. Maalesef tohumun 6’da 5’i ithal ediliyor, yani tarımda artık kesinkes bağımlı hale geldik. Tohumculukta son 90-100 senedir bir devrim yaşanıyor dünyada. Bu değişime Türkiye ayak uyduramadı. Hibrit tohumculuğa 1990’dan sonra başladı. Bence çok şükür ama maalesef piyasa baskısı öyle değil. Hibrit tohum üretiminde çok geriyiz. Bu nedenle sebze tohumlarının %70’ini ithal ediyoruz. Buğday ve ayçiçek tohumunda yeterliyiz. Hatta ayçiçek tohumunu ihraç ediyoruz. Geleneksel sebze tohumlarında ihtiyacımızın %100’ünü karşılayabiliyoruz ama hibrit tohumda dışa bağımlıyız.
HİBRİT TOHUM NEDİR?
Hibrit tohumlarla ilgili ilk çalışmalar 1920’lerde Amerika’da çiftçi ailesinden gelen bir ziraat mühendisi tarafından yapılmıştır. Bu çalışmalar 1945’lere kadar gelişmiş sonra dünyaya yayılmıştır.
Doğada bütün çeşitlilik farklı türlerin veya aynı familyadan olan farklı türlerin çaprazlanması sonucu ortaya çıkmıştır. Bitki çeşitliliği doğal hibritleşmeyle meydana gelir. Bugün fasulye cinsleri arasında mesela barbunya ile Ayşe kadın arasında bir döllenme olursa bu bir hibrit oluşturur. Doğada da çok çok oluyor. Bugün 40000 çeşit pirincin oluşmasının sebebi bu çapraz döllenmelerdir.
Bizim burada bahsettiğimiz F1 hibrittir. F1 hibrit ticarî bir olaydır. Tohum üreticileri patent koyabilmek, bu benim tohumum diyebilmek için üretmiştir bunları. Esas çıkış noktası budur yoksa dünyaya güzellik getirmesi için çıkmamıştır.
F1 HİBRİT NEDİR?
İki cins bitkiden saf ırk elde edilir önce (barbunya ve Ayşe kadın mesela). Saf ırk elde etmek için bütün tohumlar kardeşleriyle döllenir. Saflık yedinci çiftleşmeden sonra oluşur. Bu iki saf ırkın yedinci jenerasyondan sonraki çocukları döllendirilir. Çıkan ilk yavruya Fillie 1 denir. F1 budur. Zaten F2 yoktur, çünkü F1’ler genelde kısırdır. Bu süreç çok kolay bir şey değildir aslında, çünkü kardeş kardeşe çiftleşme kısırlık getirir. Zaten her aşamada bitkilerin sadece %10’u arzu edilen çocuğu meydana getirir.
Amaç homojen bir ırk elde edip patent hakkı elde etmektir. Hatta 7 sene beklememek için kuzey yarım kürede ilkbaharda ekilen yazın gelişen bitkinin tohumları kışın güney yarım kürede ekilir sonra üçüncü nesil tekrar kuzey yarım küreye götürülür.
Bundan sonra hibrit tohum dersem F1 hibrit anlayın siz.
Hibrit tohumculuğun milyonlarca dolar maliyeti vardır. Zaten Türkiye’nin bugüne kadar bu işte geri kalmasının sebebi de budur. Eski tohumlardan çok daha verimli olduğu iddia edildiği için yapılır. Bu yüzden Amerika’da 1920’lerden beri bu kadar araştırma yapılmıştır. Meksika’da CIMMYT diye bir örgüt kurulmuştur. CIMMYT, İsponyalca Mısır ve Buğday Enstitüsü anlamına gelen yedi kelimenin ilk harfleridir. Meksika’da mısır ve buğday tohumunun bu şekilde saflaştırılması yapılmış ve F1 mısır ile F1 buğday elde edilmiştir. 50’li yıllarda Meksika’da çok büyük bir açlık var ve güya burada üretilen bu tohumlarla bu açlık giderilebilmiştir. Ondan sonra üretim epey bir artınca bu üretimi dünyaya satmak istemiştir ama kimse bunu istememiştir. Yeşil Devrim’in başlangıcı budur işte. Israrla bunların verimli tohumlar olduğu, bunlar kullanılırsa açlığın giderilebileceği söylenmiştir. Hatta şirket Hindistan’a ve Pakistan’a bu tohumları hediye etmiştir. Bu tohumlar kısır oldukları için çiftçiler ikinci nesli satın almak zorunda kalmışlardır. Böylece bir dünya pazarı oluşmuştur. 1985’ten itibaren Türkiye de CIMMYT programına maalesef dâhil olmuştur. CIMMYT’i kuranlar Rockefeller Foundation ve Ford Foundation’dır. (Bir dinleyici çiftçiler bu tohumları ikinci nesilde niye alıyorlar, almasınlar o zaman dedi). Bu tohumları almak zorunda değil ama politik baskılarla alıyor. Hindistan CIMMYT programına dâhil olduktan sonra, daha önceki Ford fabrikalarının Hindistan’daki satış temsilcisi tarım bakanı olur. CIMMYT’i Ford kurduysa, tarım bakanı da eski Ford satış temsilcisi olduysa bu zorunluluk otomatik olarak doğar.
(Genetik kontaminasyon (kirlilik) var mı diye soruldu?) Bunlarda GDO gibi kontaminasyon yok çünkü bunlar genetik değil biyolojik hibrit.
Bu tohumların ikinci nesli hilkat garibesi gibi olur. Boynuzlu salatalık çıkıyor mesela. Tohumu aldığınız bitkiye benzemeyen bir bitki çıktığı için ektiğiniz bitkiden tohum elde edemiyorsunuz ve göbeğinizden o firmaya bağlı hale geliyorsunuz. İş bununla da sınırlı kalmıyor. Aynı firma bu F1 tohumlarına özel gübre, özel böcek ilacı da satıyor. Çiftçinin bunu satın alacak paraya da ihtiyacı olduğu için aynı firma kredi de veriyor. Ve bu krediyi alan çiftçiler şu anda Hindistan’da köleler. Bir kere tohum almış ve onun kredisini 40 yıldır tamamlayamamış çitçi var. Bütün çocuklarıyla birlikte şimdi o firmanın kölesi. Dünyada 1 milyon köle var. CIMMYT Türkiye’de de var şimdi.
İktisaden tamamen bağımlı oluyorsun. Ama çok daha önemli bir problem var; bu tohumlar normal geleneksel tohuma göre çok çok daha fazla sulama gerektiriyor. Vandana Shiva niçin Vandana Shiva oldu? Çünkü bu tohumlardan dolayı ilk ciddî anlamda çölleşen ülke Hindistan’dır. Evvelki sene Konya ovasında gördüğümüz kuraklık sadece küresel ısınma ile ilgili değil. Orada ekilen hibrit buğday ve hibrit pancardan dolayı o kadar çok sulanması gerekti ki yeraltı suları kayboldu. Hatta Konya ovasında yer yer derin göçüşler oldu yeraltında su kalmayınca. Yani F1 hibrit tohum hiçbir zaman vaat ettiğini yerine getiremedi. Ekonomik refah sağlayacaktı, açları doyuracaktı. Yeşil Devrim’de “Dünyada 1 milyar aç insan var bunları doyurmak için mutlaka yüksek verimli F1 hibrit tohum kullanmak gerekir” dendi. Şu anda hala 1 milyar aç insan var ama bu şirketler zengin oldu.
HİBRİT TOHUMLARIN SAĞLIĞA ETKİSİ
F1 hibrit tohumların insan sağlığı üzerindeki etkileri hususunda inanın hiçbir araştırma yok. Maalesef organik tarım da pahalı, sermayesi bol bir tarım olduğu için ürün standardizasyonu elde etmek amacı ile genellikle hibrit tohum kullanılır. (Bu noktada itirazlar geldi. Berin Hanım “Gerçekte organik tarımda hibrit tohum yasak değildir ve organik hibrit tohum da vardır ama satılan organik sertifikalı tohumların hemen hepsi normal tohumdur” dedi.) Organik hibrit tohum başkadır, hibrit tohum başkadır. Organik pazarda tek kalıptan çıkmış gibi domatesleri gördüğüm için bunların hibrit olmadığını söyleyeni öperim. İlginç birkaç çalışma var. Mesela Polonya’da iki sene önce, İtalya’da geçen sene yayınlanmış iki tane çalışma var. Bu çalışmalarda organik tarımla elde edilen domatesin likopen içeriği geleneksel tarımla elde edilenden daha az çıkmış. Geleneksel tarımda bunca kimyasal kullanıyorsunuz ve likopen içeriği daha fazla çıkıyor, bu bir tezat. Likopen içeriğini belirleyen etmenler; sulama miktarı, uygulanan gübre miktarı, bitkinin gördüğü güneş miktarı ve cinsidir. Organik tarımla elde edilen domateste daha az likopen olmasının beslenme ile uğraşan bir insan olarak bence ana nedeni F1 hibrittir.
Verimlilik kavramını tartışmak lazım, hani deniyordu ya çok verimli bunlar diye. Domatesin verimini kiloyla mı ölçeceğiz, insana yararıyla mı? Bunların zararı yok insana ama faydası eksik.
Sertifika şirketleri 15-20 tane var şimdi. Sertifikaların güvenilir olarak verilip verilemediğini Tüketiciler Derneği’nin denetlemesi lazım. Kaç kişi tüketici derneğine üye burada? (Parmak kaldırıldı) Sadece 1 kişi. O halde kazık yemeye müstahaksınız. Çoğalarak örgütlü emek harcamak zorundasınız. Ciddî bir tüketici yasası var bunu sonuna kadar sömürmek zorundayız.
HİBRİT TOHUMLAR VE BİYOÇEŞİTLİLİK
Hibrit tohumlar organik tarımda olsun olmasın tartışmasını bir kenara bırakalım. Bu tohumlar bir ülkeye ne kadar çok girerse biyoçeşitlilik de o oranda kaybolur. Halbuki Türkiye’de 9000 çeşit yerel tohumumuz var ve bu dünyada en büyük zenginlik. Ama biz tarımda giderek bu hibrit tohumlardan almaya devam edersek biyoçeşitliliğimizi kaybederiz. Biyoçeşitliliğin kaybının ne önemi olduğunu anlamak için 1840’lı yıllarda İrlanda’da görülen patates vebası örneğine bakalım. O zamanlar İrlanda’daki toprak İngilizlerin toprağı. İrlanda’da çiftçiler İngilizler adına o toprağı işletir. İngilizler özellikle buğday yetiştirilmesini isterler. Ama köylü tokluğunu daha çok sağladığını düşündüğü için o arazinin küçük bir bölümünde patates yetiştirir. Sadece üç patates çeşidi vardır İrlanda’da. Bir patates virüsü bulaşır ve tesadüfen o 3 cinsi de tutan bir virüstür. Üç yıl boyunca patates üretimi yapılamaz. Toplam 6 milyon nüfusu olan İralanda’da 1 milyon insan açlıktan ölür, 1.5 milyon insan da göç eder.
Biyoçeşitlilik budur; biyoçeşitliliği kaybederseniz hayatı kaybedersiniz. 80’lere kadar devlet tohumculukla çok ciddî uğraşmış. Ama askerî darbe sonrası Özal döneminde 1985 yılında özelleştirilmiştir. Bazı üniversiteler dışında tohumla uğraşan devlet kurumu hemen hemen hiç kalmamıştır. Şu anda Türkiye’de 146 tane tohum şirketi var bunlar da ithal etmeyi tercih ediyor. Çünkü piyasa o tohumu istediği için üretici de o tohumu getiriyor.
Bir de Aralık 2006’da tohumculuk yasası çıktı. Bu yasayla ticarî anlamda ekim yapan bir çiftçinin tescilli olmayan tohum kullanması yasaklandı. Yani siz bir çiftçisiniz ve buğday ürettiniz diyelim. Bir miktar buğdayı da tohumluk olarak saklamak istediniz. Bunu sadece kendi ihtiyacınız için saklayabilirsiniz; ertesi sene yine satmak için ekim yapacaksanız bu tohumu kullanamazsınız. Sertifikalı tohum kullanmak zorundasınız. Ticarî anlamda kullanılacak olduğu sürece takas da yapamazsınız. Gerekçesi şuymuş: Türkiye toprakları verimli değil, o yüzden verimli tohum kullanmak zorundayız. Bu yasa şimdi Anayasa Mahkemesi’nde ama işliyor.
Çok büyük tohum firmaları şunlar:
1- Monsanto
2- Syngenta
3- Bayer
4- Cargill
5-
Gıda ile ilgili 1500 sayfalık adını hatırlayamadığım bir kitapta şöyle diyordu: “Ne yiyeceğime hükmeden kişi en güçlü kişidir”.
Sağlıklı beslenme bireysel çözümü olmayan bir sorundur, siyasaldır. Biraz önce o kadar doğal tereyağının önemini anlattım, peki nereden bulacaksınız o tereyağını?
GDO satılan ülkelerde bir de tarım dedektifleri var. Çiftçinin tarlasına rüzgarla bulaşan tohumun ürününü yakalarlarsa “sen benim tohumumu kaçak olarak kullanmışsın” diye dava ediyor, fakir ülkelerde çiftçinin toprağını elinden alıyorlar.
Türkiye’ye GDO’lu tohum giremiyor ama ürün girebiliyor. Çünkü Türkiye’de biyogüvenlik yasası yok. Bu yasa olmadığı için, ithal bir mal için bırak GDO’yu şu zehir var bunda dersen markayı ifşa etmekten hapse girersiniz. Bir biyogüvenlik yasamız var aslında ama parlamentoya giremiyor; sebep kapitalist baskı. Yasa olmadıkça etiketlere GDO’ludur diye yazılmasını da isteyemezsiniz. Bir çocuk maması alıyorsun, içinde ne olduğunu bilme hakkın yok. Kaçak olarak GDO tohumu geliyor Türkiye’ye. ODTÜ’den iki öğretim üyesi domateste GDO tespit etmişler, işinizden olmak istemiyorsanız susun denmiş. GDO aleyhine çalışma yapmak çok zor, yaparsan yayınlamak çok zor çünkü kimse basmak istemiyor makaleni.
DNA
Hücrede bütün genetik bilgiyi taşıyan DNA vardır. DNA, 1956’da keşfedilmiş kilometrelerce uzun çift sarmal bir zincirdir. Genler de bu zincirin üstünde yer alır.
Bu çift sarmalda 5 karbonlu şeker, 1 fosfor ile 4 farklı etmen maddeden biri yer alır. Bu dört madde timin, adenin, cittosin ve guanindir. Adeninler timinle, sitozinler de guaninle eşleşir. Bu maddelerin önemi kodlama yapmalarıdır. Nasıl bilgisayarda ikili kodlarla (1 ve 0 ile) bütün bilgileri oluşturuyoruz, DNA’da da dörtlü kodlarla oluşturuyoruz. Bunların her üç tanesi bir codon’u oluşturur. Codon bir şifredir.
Bütün bu şifreler vücutta protein üretmek için gerekiyor. Proteinin yapıtaşı aminoasitlerdir. 20 çeşit aminoasit vardır. Biz bu dörtlü şifre sistemiyle bir şekilde aminoasitler yaparak proteinler oluşturmaktayız. Eğer bir protein eksiliği olursa DNA zincirinin o proteini üreten gen bölümü nerdeyse orada bir ayrışma olur. Adenin timinden, sitozin guaninden ayrılır. Bu zincirden yeni bir zincir üretilir. Bu yeni zincir RNA’dır. RNA oluştuktan sonra hücre nüvesinden dışarı çıkar ve hücre organellerinden biri olan ribozoma gider. Ondan sonra bu ayrışan DNA sarmalı yine birleşir.
Bu RNA, haberi taşıyan RNA olduğu için taşıyıcı (messenger) RNA; m-RNA ismini alır. m-RNA ribozoma girince orada başlangıç codon’u protein sentezi olayını başlatır ve sonrasında her üç tanesi bir aminoasiti belirleyecek tarzda protein üretilir. Bitiş codon’u da olayı bitirir. Bir de transfer RNA vardır; t-RNA. Bunlar aminoasitleri taşıyorlar. m-RNA üzerinde karşılığını bulursa taşıdığı aminoasiti proteine ekliyor.
GDO (Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar)
Biz istiyoruz ki mısır, püskülüne musallat olan kelebeği öldürecek bir protein üretsin. O proteinin dizilimini biliyorsun, karşılığını oluşturup mısırın DNA’sına ekliyorsun ve artık o mısırı yiyen böcekler ölüyor. Biz mısırı yiyince pestisit üreten bir genetik şifreyi de yemiş oluyoruz. Hayvanın, bitkinin DNA’sını aldığımız halde bizim DNA yapımız bozulmuyor da neden bu GDO’ya karşı çıkıyoruz, nasılsa vücut bu DNA’yı da sindirir. Yanlış! Çünkü bütün canlılarda evrensel bir gen yapısı ve buna uygun kalıp algılama reseptörleri mevcut. Bu reseptörler m-RNA’yı tanıyan reseptörlerdir. Aldığımız besindeki m-RNA’yı tanıyarak parçalara ayırır. Hayvanlardan ve bitkilerden aldığımız tüm genetik şifre evrensel reseptörler aracılığı ile parçalanır böylece. Ama şu zehri üreten genetik şifre evrensel gen sistemi içinde olmayan yabancı bir genetik şifredir. Vücut bunu algılayamıyor ve parçalayamıyor. Bu yüzdendir ki insanın karaciğerinde, lenfatik sisteminde, akciğerinde bu genetik şifreyi tespit etti bilim. Bu genetik şifrenin bizim kendi genetik yapımıza nasıl bir etkisi olacağı bilinmiyor. Bilinmemesinin iki büyük nedeni var:
1) Bu konuda araştırma yapmak çok pahalı olup devletten ve bilim kuruluşlarından destek alınamayacağı için yapılamıyor.
2) Bu tür hastalıklar kronik hastalıklardır ve 20-30 yıllık beslenmeden sonra ortaya çıkabilir.
2009 Şubat ayında yayınlanan bir çalışmada GDO’lu mısırdaki genetik şifrenin insan bağırsağında bulunan bakterilerin genetik şifresi ile birleşerek aynı pestisitin üretildiği tespit edilmiştir. Yani bizim bağırsağımızda bilmem ne kelebeğini öldüren ilaç üretiliyor. Bunun bağırsak kanserini ya da başka tür kanserleri ne oranda artıracağı bilgisi şu anda yok. Avrupa’da ve Amerika’da gıdaların güvenliğinden sorumlu kuruluşlar bu gıdaların normal gıdalardan hiçbir farkı olmadığını söylemiştir. Bugüne kadar GDO’lu ürünlerin insan sağlığına hiçbir zararı olmadığı yönünde hiçbir araştırma yapılmamış olmasına rağmen bu iki kuruluş sakıncalı değildir raporu vermiştir. İki kuruluşun da temsilcilerinin kimden ne kadar rüşvet aldığı bugün belgelenmiştir.
Her şeyde yiyoruz bunları. İstediğiniz meşrubatı için, içinde mısırdan üretilmiş nişasta şurubu var ve bu şurubun üretilmesi aşamasında genetik yapısı değiştirilmiş bakteriler kullanılıyor.
Bunun ne yapacağını bilmiyoruz ama Rusya, İskoçya ve Avusturya’da bazı hayvan deneyleri yapılmıştır. İskoçya’da GDO ile beslenen farelerle yapılan deneyde o farelerin iç organlarının normale göre küçük olduğu saptanmıştır. Avusturya’da yapılan çalışmada kısırlık yarattığı saptanmıştır. Rusya’da yapılan çalışmalarda çok ağır toksitideler gösterdiği kanıtlanmıştır. Ama bu çalışmaların hepsinin üzerine ölü toprak serilmiştir.
(Activia gibi yoğurtlardaki bakteriler ile ilgili soru soruldu.) Bunların o konu ile ilgisi yok ama yine de söyleyeyim. İnsan vücudunda sindirime yardımcı olan bakteriler vardır, bu yoğurtlarda da bunlardan var. O bakteriler İsveç’te yapılmış araştırmaya göre konulmuş. Dolayısı ile İsveç’teki insana yararlı bakterilerin Türkiye’deki insana yararlı olacağı kesin değil. Gıda konusu hem üretim hem tüketim aşamasında çok faktöre bağlı. Gıda ile ilgili yaptığınız araştırmada çok dikkatli olmanız lazım. Mesela omega-3 ile ilgili yapılan çalışmalarda bazıları kalp hastalıklarını önlediğini bazıları ise bir etkisinin olmadığı söylemiştir. Hiçbir çalışmada omega-3 tüketimi sırasında ne kadar omega-6 tüketildiğinden bahsedilmemiştir. Ama madem omega-6 omega-3’ün emilimini engelliyor, bir omega-3 çalışması yaptığınızda mutlaka omega-6 miktarını da belirtmelisiniz. Şuna varmak istiyorum: Gıdaların insan sağlığına etkilerini araştırmak çok zor bir konu ve bunun için trilyonlarca lira yatırım yapmak gerekir. Bu yüzden bırakın onları, atalarımızın yaptığını yapalım biz. Binlerce yıldır onlar geldiğine göre doğruyu yapmışlar. Biz onları taklit etmek zorundayız.
AB’ye girme konusuna kesin karşı gelmek zorundayız. Fransa’da reddedilen AB Anayasası tamamen neoliberal ekonomik sistemi savunan bir anayasadır. Bugün AB, Amerika’nın politikasını taklit ediyor, yani sömürgeleşmeyi.
Almanya’da Slow Food bir anket yapmış GDO’ya karşı mısınız diye ve %80 karşı çıkmışlar. O ankette en çok neden karşısınız diye bir soru sormuşlar ve doğaya saygımızdan demişler. Doğaya saygı duyarsak kendimize, sağlığımıza saygı duyarız. Ama aynı Almanya AB’nin diğer üye ülkelerinde mesela Romanya’da, Bulgaristan’da GDO’lu tarım yapılmasını teşvik ediyor çünkü bir yasak koyamıyorsun. Dünya Ticaret Örgütü’ne üyeysen bir malın satılmasına engel olamıyorsun ve 181 ülke üye bu kuruluşa. Bulgaristan o yüzden apar topar AB’ye dahil edildi bence. Çünkü GDO’nun ekildiği toprak kontaminasyona uğruyor ve o tohum orada 10 yıl canlı kalabiliyor. Başka şey ekseniz bile ektiğiniz bitkiye GDO etkisi bulaşabiliyor. Bu yüzden AB’deki bu ülkeler kendi topraklarında GDO istemiyor da Bulgaristan’da ekiyor.
Sevindirici bir haber var. 117 milyar hektar GDO’lu tarım arazisinin %98’i 5 ülkede. Bu ülkeler Amerika, Kanada, Çin, Arjantin ve Brezilya. Ama maalesef lobisi çok güçlü ve yayılmak istiyor. Başlarda GDO’nun daha iyi olduğunu iddia ederek ortaya çıktılar ama dünya bunu yemedi. Sonra en az onlar kadar iyi dediler. AB bile %5 kota diye bir karar aldı. Bu da lobinin gücünü gösteriyor. GDO’lu tarım ticaretinin %94’ünü Monsanto firması yapmaktadır. Yani ben tek bir şirketin kar etme arzusu sebebiyle iki saattir ayakta duruyorum. Gençliğimde filmlerde bir silah üretilir ve bütün dünyaya hakim olunurdu. Dünyaya hakim olmak için kullanılan o silah artık tohum.
Bütün dünya insanları bir gemide yer alıyor. En dipte Afrikalılar var. Gemi su almaya başladı ve Afrikalılar boğuldu. En üsttekiler de bu gemide yer aldıklarını unutmasınlar."
Derleyen: Tuğba
kaynak: Yeşim Güriş
teşekkürlerimizle...
Kenan Demirkol Hoca ile Tohum Söyleşisi*:
*(Sevgili Tuğba'nın notlarından ve izniyle, Yeşim Güriş'in aktarımı.. Kalemlerinize sağlık...)
"Kenan Hocamız ilk önce yağ söyleşisinde konuştuğumuz tereyağı ile ilgili yanlış anlaşılmaları önlemek için bu konuya bir kere daha değinmek istedi. Ardından tohum konusuna geçti; hibrit tohumlar ve genetiği değiştirilmiş tohumlardan (GDO), bunların besin kalitesine ve insan sağlığına etkilerinden bahsetti. Bu söyleşide vitaminler ve antioksidanlara değinecek vakit kalmadığı için başka bir toplantıda konuşuruz dedi. Söyleşinin özetini hocamızın ağzından aktarıyorum:
MERADA BESLENEN HAYVANIN SÜTÜ VE TEREYAĞIGeçen sefer yağ söyleşisinde tereyağını konuşmuştuk. Bu konuya açıklık getirmek istiyorum. Bazı doktorlar “margarin yenmesin, tereyağı yensin” deniyor. Burada eksik bilgi var. %100 merada beslenen hayvanın sütünden elde edilen tereyağını keyifle yiyebilirsiniz. Fakat yemle beslenen hayvanın tereyağının yağ asit bileşenleri damar sertliği yapan aterojenik yağ asitlerinden zengindir, bunlardan kaçının. Ben İrlanda tereyağları ile (otlayan hayvanlardan elde edilen) markalı Türkiye tereyağlarını TÜBİTAK’ta incelettim. Çok ciddî fark var.
(Bu noktada konu süt tozuna geldi.) Süt kaliteli ise süt tozu da kalitelidir diye bir şey yok. Çünkü kurutma işlemi sırasında yağ asitleri oksitlenir.
(Sadeyağ tereyağından iyi midir diye soruldu). Sadeyağ daha sağlıklı değildir. Sadeyağın yapım gerekçesi dayanıklılığı artırmaktır ve her ısıl işlem besin kalitesini bozar. Gıdaya insan eli ne kadar çok değerse besin değeri de o kadar düşer, tarladan tabağa kavramı da bu yüzden gelişmiştir. O yüzden sadeyağ daha iyi değildir.
Doğal sütle yapay süt arasında 4 temel fark vardır:
1) Doymuş yağ asitleri açısından:
Aslında doymuş yağ asitlerinin hepsi zararlı değildir; 3 tanesi -laurik asit, ministik asit, palmitik asit- zararlıdır ve bunlara aterojenik yağ asitleri denir. Merada otlayan hayvanın sütünde bunlar çok az vardır. Laurik asitin az miktarının bağışıklığı güçlendirici bir etkisi vardır hatta AIDS tedavisinde kullanılması bile düşünülmüştür. Mera hayvanındaki laurik asit damar sertliğini artıracak miktarda değildir ama bağışıklığı güçlendirecek miktardadır. Yapay sütte ortalama %41 oranında milistik asit vardır. Doğal sütte ise bunun yarısından da az.
2) CLA açısından:
Doğal sütte son derece kuvvetli bir antioksidan olan CLA (konjüge linoleik asit) vardır. CLA, şişmanlamaya karşı korur ve meme kanserini önleyici etkisi vardır. Yapay sütte CLA hiç yoktur.
3) Omega-3 açısından:
Omega-3 kaynağı yeşilliktir. Dolayısı ile omega-3 mera hayvanının sütünde bulunur, yapay beslenen hayvanın sütünde bulunmaz.
4) İnsüline benzer büyüme hormonu açısından:
Doğal beslenen hayvanın sütünde insüline benzer bir büyüme hormonu vardır. Anadolu’da 100 yaşını aşan insanlarda ikinci kalıcı dişlerin düşüp üçüncü dişlerin çıkması efsane değildir. Bu hormon, hücrelerin rejenerasyon yeteneğini artırır, yapay sütte bulunmaz.
TOHUM
Tohum tehlikeli bir konu, tohum konusunda konuşan eninde sonunda işinden oluyor. Türkiye’ye bugün yılda 900.000 ton civarında tohum gerekiyor. Bunun sadece 152.000 tonu Türkiye’de üretiliyor. Maalesef tohumun 6’da 5’i ithal ediliyor, yani tarımda artık kesinkes bağımlı hale geldik. Tohumculukta son 90-100 senedir bir devrim yaşanıyor dünyada. Bu değişime Türkiye ayak uyduramadı. Hibrit tohumculuğa 1990’dan sonra başladı. Bence çok şükür ama maalesef piyasa baskısı öyle değil. Hibrit tohum üretiminde çok geriyiz. Bu nedenle sebze tohumlarının %70’ini ithal ediyoruz. Buğday ve ayçiçek tohumunda yeterliyiz. Hatta ayçiçek tohumunu ihraç ediyoruz. Geleneksel sebze tohumlarında ihtiyacımızın %100’ünü karşılayabiliyoruz ama hibrit tohumda dışa bağımlıyız.
HİBRİT TOHUM NEDİR?
Hibrit tohumlarla ilgili ilk çalışmalar 1920’lerde Amerika’da çiftçi ailesinden gelen bir ziraat mühendisi tarafından yapılmıştır. Bu çalışmalar 1945’lere kadar gelişmiş sonra dünyaya yayılmıştır.
Doğada bütün çeşitlilik farklı türlerin veya aynı familyadan olan farklı türlerin çaprazlanması sonucu ortaya çıkmıştır. Bitki çeşitliliği doğal hibritleşmeyle meydana gelir. Bugün fasulye cinsleri arasında mesela barbunya ile Ayşe kadın arasında bir döllenme olursa bu bir hibrit oluşturur. Doğada da çok çok oluyor. Bugün 40000 çeşit pirincin oluşmasının sebebi bu çapraz döllenmelerdir.
Bizim burada bahsettiğimiz F1 hibrittir. F1 hibrit ticarî bir olaydır. Tohum üreticileri patent koyabilmek, bu benim tohumum diyebilmek için üretmiştir bunları. Esas çıkış noktası budur yoksa dünyaya güzellik getirmesi için çıkmamıştır.
F1 HİBRİT NEDİR?
İki cins bitkiden saf ırk elde edilir önce (barbunya ve Ayşe kadın mesela). Saf ırk elde etmek için bütün tohumlar kardeşleriyle döllenir. Saflık yedinci çiftleşmeden sonra oluşur. Bu iki saf ırkın yedinci jenerasyondan sonraki çocukları döllendirilir. Çıkan ilk yavruya Fillie 1 denir. F1 budur. Zaten F2 yoktur, çünkü F1’ler genelde kısırdır. Bu süreç çok kolay bir şey değildir aslında, çünkü kardeş kardeşe çiftleşme kısırlık getirir. Zaten her aşamada bitkilerin sadece %10’u arzu edilen çocuğu meydana getirir.
Amaç homojen bir ırk elde edip patent hakkı elde etmektir. Hatta 7 sene beklememek için kuzey yarım kürede ilkbaharda ekilen yazın gelişen bitkinin tohumları kışın güney yarım kürede ekilir sonra üçüncü nesil tekrar kuzey yarım küreye götürülür.
Bundan sonra hibrit tohum dersem F1 hibrit anlayın siz.
Hibrit tohumculuğun milyonlarca dolar maliyeti vardır. Zaten Türkiye’nin bugüne kadar bu işte geri kalmasının sebebi de budur. Eski tohumlardan çok daha verimli olduğu iddia edildiği için yapılır. Bu yüzden Amerika’da 1920’lerden beri bu kadar araştırma yapılmıştır. Meksika’da CIMMYT diye bir örgüt kurulmuştur. CIMMYT, İsponyalca Mısır ve Buğday Enstitüsü anlamına gelen yedi kelimenin ilk harfleridir. Meksika’da mısır ve buğday tohumunun bu şekilde saflaştırılması yapılmış ve F1 mısır ile F1 buğday elde edilmiştir. 50’li yıllarda Meksika’da çok büyük bir açlık var ve güya burada üretilen bu tohumlarla bu açlık giderilebilmiştir. Ondan sonra üretim epey bir artınca bu üretimi dünyaya satmak istemiştir ama kimse bunu istememiştir. Yeşil Devrim’in başlangıcı budur işte. Israrla bunların verimli tohumlar olduğu, bunlar kullanılırsa açlığın giderilebileceği söylenmiştir. Hatta şirket Hindistan’a ve Pakistan’a bu tohumları hediye etmiştir. Bu tohumlar kısır oldukları için çiftçiler ikinci nesli satın almak zorunda kalmışlardır. Böylece bir dünya pazarı oluşmuştur. 1985’ten itibaren Türkiye de CIMMYT programına maalesef dâhil olmuştur. CIMMYT’i kuranlar Rockefeller Foundation ve Ford Foundation’dır. (Bir dinleyici çiftçiler bu tohumları ikinci nesilde niye alıyorlar, almasınlar o zaman dedi). Bu tohumları almak zorunda değil ama politik baskılarla alıyor. Hindistan CIMMYT programına dâhil olduktan sonra, daha önceki Ford fabrikalarının Hindistan’daki satış temsilcisi tarım bakanı olur. CIMMYT’i Ford kurduysa, tarım bakanı da eski Ford satış temsilcisi olduysa bu zorunluluk otomatik olarak doğar.
(Genetik kontaminasyon (kirlilik) var mı diye soruldu?) Bunlarda GDO gibi kontaminasyon yok çünkü bunlar genetik değil biyolojik hibrit.
Bu tohumların ikinci nesli hilkat garibesi gibi olur. Boynuzlu salatalık çıkıyor mesela. Tohumu aldığınız bitkiye benzemeyen bir bitki çıktığı için ektiğiniz bitkiden tohum elde edemiyorsunuz ve göbeğinizden o firmaya bağlı hale geliyorsunuz. İş bununla da sınırlı kalmıyor. Aynı firma bu F1 tohumlarına özel gübre, özel böcek ilacı da satıyor. Çiftçinin bunu satın alacak paraya da ihtiyacı olduğu için aynı firma kredi de veriyor. Ve bu krediyi alan çiftçiler şu anda Hindistan’da köleler. Bir kere tohum almış ve onun kredisini 40 yıldır tamamlayamamış çitçi var. Bütün çocuklarıyla birlikte şimdi o firmanın kölesi. Dünyada 1 milyon köle var. CIMMYT Türkiye’de de var şimdi.
İktisaden tamamen bağımlı oluyorsun. Ama çok daha önemli bir problem var; bu tohumlar normal geleneksel tohuma göre çok çok daha fazla sulama gerektiriyor. Vandana Shiva niçin Vandana Shiva oldu? Çünkü bu tohumlardan dolayı ilk ciddî anlamda çölleşen ülke Hindistan’dır. Evvelki sene Konya ovasında gördüğümüz kuraklık sadece küresel ısınma ile ilgili değil. Orada ekilen hibrit buğday ve hibrit pancardan dolayı o kadar çok sulanması gerekti ki yeraltı suları kayboldu. Hatta Konya ovasında yer yer derin göçüşler oldu yeraltında su kalmayınca. Yani F1 hibrit tohum hiçbir zaman vaat ettiğini yerine getiremedi. Ekonomik refah sağlayacaktı, açları doyuracaktı. Yeşil Devrim’de “Dünyada 1 milyar aç insan var bunları doyurmak için mutlaka yüksek verimli F1 hibrit tohum kullanmak gerekir” dendi. Şu anda hala 1 milyar aç insan var ama bu şirketler zengin oldu.
HİBRİT TOHUMLARIN SAĞLIĞA ETKİSİ
F1 hibrit tohumların insan sağlığı üzerindeki etkileri hususunda inanın hiçbir araştırma yok. Maalesef organik tarım da pahalı, sermayesi bol bir tarım olduğu için ürün standardizasyonu elde etmek amacı ile genellikle hibrit tohum kullanılır. (Bu noktada itirazlar geldi. Berin Hanım “Gerçekte organik tarımda hibrit tohum yasak değildir ve organik hibrit tohum da vardır ama satılan organik sertifikalı tohumların hemen hepsi normal tohumdur” dedi.) Organik hibrit tohum başkadır, hibrit tohum başkadır. Organik pazarda tek kalıptan çıkmış gibi domatesleri gördüğüm için bunların hibrit olmadığını söyleyeni öperim. İlginç birkaç çalışma var. Mesela Polonya’da iki sene önce, İtalya’da geçen sene yayınlanmış iki tane çalışma var. Bu çalışmalarda organik tarımla elde edilen domatesin likopen içeriği geleneksel tarımla elde edilenden daha az çıkmış. Geleneksel tarımda bunca kimyasal kullanıyorsunuz ve likopen içeriği daha fazla çıkıyor, bu bir tezat. Likopen içeriğini belirleyen etmenler; sulama miktarı, uygulanan gübre miktarı, bitkinin gördüğü güneş miktarı ve cinsidir. Organik tarımla elde edilen domateste daha az likopen olmasının beslenme ile uğraşan bir insan olarak bence ana nedeni F1 hibrittir.
Verimlilik kavramını tartışmak lazım, hani deniyordu ya çok verimli bunlar diye. Domatesin verimini kiloyla mı ölçeceğiz, insana yararıyla mı? Bunların zararı yok insana ama faydası eksik.
Sertifika şirketleri 15-20 tane var şimdi. Sertifikaların güvenilir olarak verilip verilemediğini Tüketiciler Derneği’nin denetlemesi lazım. Kaç kişi tüketici derneğine üye burada? (Parmak kaldırıldı) Sadece 1 kişi. O halde kazık yemeye müstahaksınız. Çoğalarak örgütlü emek harcamak zorundasınız. Ciddî bir tüketici yasası var bunu sonuna kadar sömürmek zorundayız.
HİBRİT TOHUMLAR VE BİYOÇEŞİTLİLİK
Hibrit tohumlar organik tarımda olsun olmasın tartışmasını bir kenara bırakalım. Bu tohumlar bir ülkeye ne kadar çok girerse biyoçeşitlilik de o oranda kaybolur. Halbuki Türkiye’de 9000 çeşit yerel tohumumuz var ve bu dünyada en büyük zenginlik. Ama biz tarımda giderek bu hibrit tohumlardan almaya devam edersek biyoçeşitliliğimizi kaybederiz. Biyoçeşitliliğin kaybının ne önemi olduğunu anlamak için 1840’lı yıllarda İrlanda’da görülen patates vebası örneğine bakalım. O zamanlar İrlanda’daki toprak İngilizlerin toprağı. İrlanda’da çiftçiler İngilizler adına o toprağı işletir. İngilizler özellikle buğday yetiştirilmesini isterler. Ama köylü tokluğunu daha çok sağladığını düşündüğü için o arazinin küçük bir bölümünde patates yetiştirir. Sadece üç patates çeşidi vardır İrlanda’da. Bir patates virüsü bulaşır ve tesadüfen o 3 cinsi de tutan bir virüstür. Üç yıl boyunca patates üretimi yapılamaz. Toplam 6 milyon nüfusu olan İralanda’da 1 milyon insan açlıktan ölür, 1.5 milyon insan da göç eder.
Biyoçeşitlilik budur; biyoçeşitliliği kaybederseniz hayatı kaybedersiniz. 80’lere kadar devlet tohumculukla çok ciddî uğraşmış. Ama askerî darbe sonrası Özal döneminde 1985 yılında özelleştirilmiştir. Bazı üniversiteler dışında tohumla uğraşan devlet kurumu hemen hemen hiç kalmamıştır. Şu anda Türkiye’de 146 tane tohum şirketi var bunlar da ithal etmeyi tercih ediyor. Çünkü piyasa o tohumu istediği için üretici de o tohumu getiriyor.
Bir de Aralık 2006’da tohumculuk yasası çıktı. Bu yasayla ticarî anlamda ekim yapan bir çiftçinin tescilli olmayan tohum kullanması yasaklandı. Yani siz bir çiftçisiniz ve buğday ürettiniz diyelim. Bir miktar buğdayı da tohumluk olarak saklamak istediniz. Bunu sadece kendi ihtiyacınız için saklayabilirsiniz; ertesi sene yine satmak için ekim yapacaksanız bu tohumu kullanamazsınız. Sertifikalı tohum kullanmak zorundasınız. Ticarî anlamda kullanılacak olduğu sürece takas da yapamazsınız. Gerekçesi şuymuş: Türkiye toprakları verimli değil, o yüzden verimli tohum kullanmak zorundayız. Bu yasa şimdi Anayasa Mahkemesi’nde ama işliyor.
Çok büyük tohum firmaları şunlar:
1- Monsanto
2- Syngenta
3- Bayer
4- Cargill
5-
Gıda ile ilgili 1500 sayfalık adını hatırlayamadığım bir kitapta şöyle diyordu: “Ne yiyeceğime hükmeden kişi en güçlü kişidir”.
Sağlıklı beslenme bireysel çözümü olmayan bir sorundur, siyasaldır. Biraz önce o kadar doğal tereyağının önemini anlattım, peki nereden bulacaksınız o tereyağını?
GDO satılan ülkelerde bir de tarım dedektifleri var. Çiftçinin tarlasına rüzgarla bulaşan tohumun ürününü yakalarlarsa “sen benim tohumumu kaçak olarak kullanmışsın” diye dava ediyor, fakir ülkelerde çiftçinin toprağını elinden alıyorlar.
Türkiye’ye GDO’lu tohum giremiyor ama ürün girebiliyor. Çünkü Türkiye’de biyogüvenlik yasası yok. Bu yasa olmadığı için, ithal bir mal için bırak GDO’yu şu zehir var bunda dersen markayı ifşa etmekten hapse girersiniz. Bir biyogüvenlik yasamız var aslında ama parlamentoya giremiyor; sebep kapitalist baskı. Yasa olmadıkça etiketlere GDO’ludur diye yazılmasını da isteyemezsiniz. Bir çocuk maması alıyorsun, içinde ne olduğunu bilme hakkın yok. Kaçak olarak GDO tohumu geliyor Türkiye’ye. ODTÜ’den iki öğretim üyesi domateste GDO tespit etmişler, işinizden olmak istemiyorsanız susun denmiş. GDO aleyhine çalışma yapmak çok zor, yaparsan yayınlamak çok zor çünkü kimse basmak istemiyor makaleni.
DNA
Hücrede bütün genetik bilgiyi taşıyan DNA vardır. DNA, 1956’da keşfedilmiş kilometrelerce uzun çift sarmal bir zincirdir. Genler de bu zincirin üstünde yer alır.
Bu çift sarmalda 5 karbonlu şeker, 1 fosfor ile 4 farklı etmen maddeden biri yer alır. Bu dört madde timin, adenin, cittosin ve guanindir. Adeninler timinle, sitozinler de guaninle eşleşir. Bu maddelerin önemi kodlama yapmalarıdır. Nasıl bilgisayarda ikili kodlarla (1 ve 0 ile) bütün bilgileri oluşturuyoruz, DNA’da da dörtlü kodlarla oluşturuyoruz. Bunların her üç tanesi bir codon’u oluşturur. Codon bir şifredir.
Bütün bu şifreler vücutta protein üretmek için gerekiyor. Proteinin yapıtaşı aminoasitlerdir. 20 çeşit aminoasit vardır. Biz bu dörtlü şifre sistemiyle bir şekilde aminoasitler yaparak proteinler oluşturmaktayız. Eğer bir protein eksiliği olursa DNA zincirinin o proteini üreten gen bölümü nerdeyse orada bir ayrışma olur. Adenin timinden, sitozin guaninden ayrılır. Bu zincirden yeni bir zincir üretilir. Bu yeni zincir RNA’dır. RNA oluştuktan sonra hücre nüvesinden dışarı çıkar ve hücre organellerinden biri olan ribozoma gider. Ondan sonra bu ayrışan DNA sarmalı yine birleşir.
Bu RNA, haberi taşıyan RNA olduğu için taşıyıcı (messenger) RNA; m-RNA ismini alır. m-RNA ribozoma girince orada başlangıç codon’u protein sentezi olayını başlatır ve sonrasında her üç tanesi bir aminoasiti belirleyecek tarzda protein üretilir. Bitiş codon’u da olayı bitirir. Bir de transfer RNA vardır; t-RNA. Bunlar aminoasitleri taşıyorlar. m-RNA üzerinde karşılığını bulursa taşıdığı aminoasiti proteine ekliyor.
GDO (Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar)
Biz istiyoruz ki mısır, püskülüne musallat olan kelebeği öldürecek bir protein üretsin. O proteinin dizilimini biliyorsun, karşılığını oluşturup mısırın DNA’sına ekliyorsun ve artık o mısırı yiyen böcekler ölüyor. Biz mısırı yiyince pestisit üreten bir genetik şifreyi de yemiş oluyoruz. Hayvanın, bitkinin DNA’sını aldığımız halde bizim DNA yapımız bozulmuyor da neden bu GDO’ya karşı çıkıyoruz, nasılsa vücut bu DNA’yı da sindirir. Yanlış! Çünkü bütün canlılarda evrensel bir gen yapısı ve buna uygun kalıp algılama reseptörleri mevcut. Bu reseptörler m-RNA’yı tanıyan reseptörlerdir. Aldığımız besindeki m-RNA’yı tanıyarak parçalara ayırır. Hayvanlardan ve bitkilerden aldığımız tüm genetik şifre evrensel reseptörler aracılığı ile parçalanır böylece. Ama şu zehri üreten genetik şifre evrensel gen sistemi içinde olmayan yabancı bir genetik şifredir. Vücut bunu algılayamıyor ve parçalayamıyor. Bu yüzdendir ki insanın karaciğerinde, lenfatik sisteminde, akciğerinde bu genetik şifreyi tespit etti bilim. Bu genetik şifrenin bizim kendi genetik yapımıza nasıl bir etkisi olacağı bilinmiyor. Bilinmemesinin iki büyük nedeni var:
1) Bu konuda araştırma yapmak çok pahalı olup devletten ve bilim kuruluşlarından destek alınamayacağı için yapılamıyor.
2) Bu tür hastalıklar kronik hastalıklardır ve 20-30 yıllık beslenmeden sonra ortaya çıkabilir.
2009 Şubat ayında yayınlanan bir çalışmada GDO’lu mısırdaki genetik şifrenin insan bağırsağında bulunan bakterilerin genetik şifresi ile birleşerek aynı pestisitin üretildiği tespit edilmiştir. Yani bizim bağırsağımızda bilmem ne kelebeğini öldüren ilaç üretiliyor. Bunun bağırsak kanserini ya da başka tür kanserleri ne oranda artıracağı bilgisi şu anda yok. Avrupa’da ve Amerika’da gıdaların güvenliğinden sorumlu kuruluşlar bu gıdaların normal gıdalardan hiçbir farkı olmadığını söylemiştir. Bugüne kadar GDO’lu ürünlerin insan sağlığına hiçbir zararı olmadığı yönünde hiçbir araştırma yapılmamış olmasına rağmen bu iki kuruluş sakıncalı değildir raporu vermiştir. İki kuruluşun da temsilcilerinin kimden ne kadar rüşvet aldığı bugün belgelenmiştir.
Her şeyde yiyoruz bunları. İstediğiniz meşrubatı için, içinde mısırdan üretilmiş nişasta şurubu var ve bu şurubun üretilmesi aşamasında genetik yapısı değiştirilmiş bakteriler kullanılıyor.
Bunun ne yapacağını bilmiyoruz ama Rusya, İskoçya ve Avusturya’da bazı hayvan deneyleri yapılmıştır. İskoçya’da GDO ile beslenen farelerle yapılan deneyde o farelerin iç organlarının normale göre küçük olduğu saptanmıştır. Avusturya’da yapılan çalışmada kısırlık yarattığı saptanmıştır. Rusya’da yapılan çalışmalarda çok ağır toksitideler gösterdiği kanıtlanmıştır. Ama bu çalışmaların hepsinin üzerine ölü toprak serilmiştir.
(Activia gibi yoğurtlardaki bakteriler ile ilgili soru soruldu.) Bunların o konu ile ilgisi yok ama yine de söyleyeyim. İnsan vücudunda sindirime yardımcı olan bakteriler vardır, bu yoğurtlarda da bunlardan var. O bakteriler İsveç’te yapılmış araştırmaya göre konulmuş. Dolayısı ile İsveç’teki insana yararlı bakterilerin Türkiye’deki insana yararlı olacağı kesin değil. Gıda konusu hem üretim hem tüketim aşamasında çok faktöre bağlı. Gıda ile ilgili yaptığınız araştırmada çok dikkatli olmanız lazım. Mesela omega-3 ile ilgili yapılan çalışmalarda bazıları kalp hastalıklarını önlediğini bazıları ise bir etkisinin olmadığı söylemiştir. Hiçbir çalışmada omega-3 tüketimi sırasında ne kadar omega-6 tüketildiğinden bahsedilmemiştir. Ama madem omega-6 omega-3’ün emilimini engelliyor, bir omega-3 çalışması yaptığınızda mutlaka omega-6 miktarını da belirtmelisiniz. Şuna varmak istiyorum: Gıdaların insan sağlığına etkilerini araştırmak çok zor bir konu ve bunun için trilyonlarca lira yatırım yapmak gerekir. Bu yüzden bırakın onları, atalarımızın yaptığını yapalım biz. Binlerce yıldır onlar geldiğine göre doğruyu yapmışlar. Biz onları taklit etmek zorundayız.
AB’ye girme konusuna kesin karşı gelmek zorundayız. Fransa’da reddedilen AB Anayasası tamamen neoliberal ekonomik sistemi savunan bir anayasadır. Bugün AB, Amerika’nın politikasını taklit ediyor, yani sömürgeleşmeyi.
Almanya’da Slow Food bir anket yapmış GDO’ya karşı mısınız diye ve %80 karşı çıkmışlar. O ankette en çok neden karşısınız diye bir soru sormuşlar ve doğaya saygımızdan demişler. Doğaya saygı duyarsak kendimize, sağlığımıza saygı duyarız. Ama aynı Almanya AB’nin diğer üye ülkelerinde mesela Romanya’da, Bulgaristan’da GDO’lu tarım yapılmasını teşvik ediyor çünkü bir yasak koyamıyorsun. Dünya Ticaret Örgütü’ne üyeysen bir malın satılmasına engel olamıyorsun ve 181 ülke üye bu kuruluşa. Bulgaristan o yüzden apar topar AB’ye dahil edildi bence. Çünkü GDO’nun ekildiği toprak kontaminasyona uğruyor ve o tohum orada 10 yıl canlı kalabiliyor. Başka şey ekseniz bile ektiğiniz bitkiye GDO etkisi bulaşabiliyor. Bu yüzden AB’deki bu ülkeler kendi topraklarında GDO istemiyor da Bulgaristan’da ekiyor.
Sevindirici bir haber var. 117 milyar hektar GDO’lu tarım arazisinin %98’i 5 ülkede. Bu ülkeler Amerika, Kanada, Çin, Arjantin ve Brezilya. Ama maalesef lobisi çok güçlü ve yayılmak istiyor. Başlarda GDO’nun daha iyi olduğunu iddia ederek ortaya çıktılar ama dünya bunu yemedi. Sonra en az onlar kadar iyi dediler. AB bile %5 kota diye bir karar aldı. Bu da lobinin gücünü gösteriyor. GDO’lu tarım ticaretinin %94’ünü Monsanto firması yapmaktadır. Yani ben tek bir şirketin kar etme arzusu sebebiyle iki saattir ayakta duruyorum. Gençliğimde filmlerde bir silah üretilir ve bütün dünyaya hakim olunurdu. Dünyaya hakim olmak için kullanılan o silah artık tohum.
Bütün dünya insanları bir gemide yer alıyor. En dipte Afrikalılar var. Gemi su almaya başladı ve Afrikalılar boğuldu. En üsttekiler de bu gemide yer aldıklarını unutmasınlar."
Derleyen: Tuğba
kaynak: Yeşim Güriş
teşekkürlerimizle...
Etiketler:
Prof. Demirkol
23 Nisan 2009 Perşembe
Beyin Kanaması
Sadece 4 ADIM
Mangal yaparken aniden Sinem'in ayağı takılır ve düşer. Hemen Ambulans'a haber vermek istedilerse de Sinem buna karşı çıkar...
"kendisini iyi hissettiğini ve düşmesine sepeb olarak da ayakkabılarının yeni olduğunu" söyler.
Biraz titrek ve solgun göründüğünden, arkadaşları üstünü başını temizlemeye yardımcı olurlar ve önüne dolu bir tabak koyarlar, çünkü elindeki tabağı düşürmüştür. Sinem akşama kadar diğerleriyle birlikte eğlenmeye devam eder.
Eşi aksam olduğunda arkadaşlarını arayıp Sinem'in hastaneye kaldırıldığını haber verir.
Akşam saat 23:00'te Sinem vefat etmiştir. Meğer Mangal yaparken Beyin Kanaması geçirmiş.
- Eğer herhangi biri bunun bir Beyin kanamasi oldugunu anlasaydı Sinem bugün hayatta olabilirdi.
Lütfen aşagıdaki yazıyı dikkatle okuyunuz:
--------------------------------------------------------------------------------
Beyin kanaması oldugunu anlamak için asağıdaki dört adımı uygulamak gerekir:
Beyin kanamasi semptonlarını anlamak çok zor olabilir. Fakat bu konuda bilgisiz olup beyin kanaması geçiren kişiye müdahale edilmezse, beyini çok ciddi zararlar görebilir.
Doktorlar, artık herkesin aşağıdaki 4 adımı uygulamakla, bunu kolayca anlayabileceğini söylemektedir.
1=Kişinin gülümsemesini istemek (eğer yapamazsa = Felç demektir)
2=Kişinin çok basit bir cümle söylemesini istemek ('Bugün çok güzel bir gün') gibi.
3=Kişiden her iki kolunu birden kaldırmasını istemek .
4=Kişiden dilini dışarı çıkartmasını istemek. Eger yamulmuşsa bu da felç geçirdiğine işarettir.
Eğer kişi bu dört adımdan birini yerine getiremiyorsa 'lütfen' derhal acil Servise haber veriniz ve Doktora telefonda durumu izah ediniz.
Mangal yaparken aniden Sinem'in ayağı takılır ve düşer. Hemen Ambulans'a haber vermek istedilerse de Sinem buna karşı çıkar...
"kendisini iyi hissettiğini ve düşmesine sepeb olarak da ayakkabılarının yeni olduğunu" söyler.
Biraz titrek ve solgun göründüğünden, arkadaşları üstünü başını temizlemeye yardımcı olurlar ve önüne dolu bir tabak koyarlar, çünkü elindeki tabağı düşürmüştür. Sinem akşama kadar diğerleriyle birlikte eğlenmeye devam eder.
Eşi aksam olduğunda arkadaşlarını arayıp Sinem'in hastaneye kaldırıldığını haber verir.
Akşam saat 23:00'te Sinem vefat etmiştir. Meğer Mangal yaparken Beyin Kanaması geçirmiş.
- Eğer herhangi biri bunun bir Beyin kanamasi oldugunu anlasaydı Sinem bugün hayatta olabilirdi.
Lütfen aşagıdaki yazıyı dikkatle okuyunuz:
--------------------------------------------------------------------------------
Beyin kanaması oldugunu anlamak için asağıdaki dört adımı uygulamak gerekir:
Beyin kanamasi semptonlarını anlamak çok zor olabilir. Fakat bu konuda bilgisiz olup beyin kanaması geçiren kişiye müdahale edilmezse, beyini çok ciddi zararlar görebilir.
Doktorlar, artık herkesin aşağıdaki 4 adımı uygulamakla, bunu kolayca anlayabileceğini söylemektedir.
1=Kişinin gülümsemesini istemek (eğer yapamazsa = Felç demektir)
2=Kişinin çok basit bir cümle söylemesini istemek ('Bugün çok güzel bir gün') gibi.
3=Kişiden her iki kolunu birden kaldırmasını istemek .
4=Kişiden dilini dışarı çıkartmasını istemek. Eger yamulmuşsa bu da felç geçirdiğine işarettir.
Eğer kişi bu dört adımdan birini yerine getiremiyorsa 'lütfen' derhal acil Servise haber veriniz ve Doktora telefonda durumu izah ediniz.
Etiketler:
Sağlık
Kulak Masajı
Kulak ceninin ana rahmindeki duruşunun şematik olarak aynısıdır. Ve tüm akupunktur noktaları kulak üzerinde bu esasa göre yer almıştır.
Şimdii... başınız,boynunuz, beliniz, sırtınız, bacaklarınız, kalçanız, ayaklarınız, omzunuz ağrıdığında yapacağınız tek şey kulaklarınıza masaj yapmak:
Kulağınızı baş ve işaret parmaklarınızın arasına alarak kulak kepçesinden başlayarak, dayanabildiğiniz kadar güçlü ve sıkarak masaj yapın.
İlk anda bazı noktalar acıyacaktır (bunlar bedendeki ağrıyan bölgelerin kulaktaki refleks noktalarıdır ). kısa bir süre sonra bu ağrılar kaybolacaktır.
2 -3 dakika bu masajı yapmanız yeterli olur. İsterseniz uzatabilirsiniz de. Zaten masajın sonuna doğru bedeninize bir sıcaklıklığın yayıldığını hissedeceksiniz. Bunun ardından ağrılarınızın azaldığını ve kaybolduğunu da...
Hiç bir yan etkisi olmayan bu uygulamayı herzaman her yerde kendinize ve ağrısı olan yakınlarınıza uygulayabilirsiniz.
Yorulduğunuzda, uzun otobüs yada araba yolculuklarında oturmaktan ağrılara maruz kaldığınızda, çok üşüdüğünüzde ve bedeninizi dengeye kavuşturmak için mucize benzeri bu uygulamayı kullanabilirsiniz.
"Dört tane ağrı kesici aldım, hala ağrıyor" diyerek baş ağrısından kıvranan taksi şöförünün ona yaptığım iki dakikalık kulak masajının ardından yaşadığı mutlu şaşkınlıkla benden ücret almadan teşekkürlerle uğurladığını hala hatırlıyorum.
Önemli olan kulağın her noktasına dokunun. Kulağınız size hemen yanıt verecektir.
Kulaklar bedeni hisseder, görür ve duyar. Siz de şefkatli ellerinizi esirgemeyin.
Şimdii... başınız,boynunuz, beliniz, sırtınız, bacaklarınız, kalçanız, ayaklarınız, omzunuz ağrıdığında yapacağınız tek şey kulaklarınıza masaj yapmak:
Kulağınızı baş ve işaret parmaklarınızın arasına alarak kulak kepçesinden başlayarak, dayanabildiğiniz kadar güçlü ve sıkarak masaj yapın.
İlk anda bazı noktalar acıyacaktır (bunlar bedendeki ağrıyan bölgelerin kulaktaki refleks noktalarıdır ). kısa bir süre sonra bu ağrılar kaybolacaktır.
2 -3 dakika bu masajı yapmanız yeterli olur. İsterseniz uzatabilirsiniz de. Zaten masajın sonuna doğru bedeninize bir sıcaklıklığın yayıldığını hissedeceksiniz. Bunun ardından ağrılarınızın azaldığını ve kaybolduğunu da...
Hiç bir yan etkisi olmayan bu uygulamayı herzaman her yerde kendinize ve ağrısı olan yakınlarınıza uygulayabilirsiniz.
Yorulduğunuzda, uzun otobüs yada araba yolculuklarında oturmaktan ağrılara maruz kaldığınızda, çok üşüdüğünüzde ve bedeninizi dengeye kavuşturmak için mucize benzeri bu uygulamayı kullanabilirsiniz.
"Dört tane ağrı kesici aldım, hala ağrıyor" diyerek baş ağrısından kıvranan taksi şöförünün ona yaptığım iki dakikalık kulak masajının ardından yaşadığı mutlu şaşkınlıkla benden ücret almadan teşekkürlerle uğurladığını hala hatırlıyorum.
Önemli olan kulağın her noktasına dokunun. Kulağınız size hemen yanıt verecektir.
Kulaklar bedeni hisseder, görür ve duyar. Siz de şefkatli ellerinizi esirgemeyin.
Etiketler:
Sağlık
Tuzlu Su Mucizesi
Denize girdikten sonraki dinlenmişlik ve arınmışlık halini hepimiz biliriz. Havuza girdiğimizde ise bunu hissetmeyiz. Sebebi sudaki tuzdur. Tuzlu su bedende birikmiş negatif elektriği iletkenliği sayesinde sizden alır götürür. Sizler de akşam eve geldiğinizde bütün günün üzerinizde bıraktığı ağır etkiler ve stresten kurtulmak için yada toplantı, sınav gibi üzerinizde gerilim yaratan durumlardan önce ellerinizi bir miktar ( 1 litre suya iki çorba kaşığı tuz yeterli ) tuzlu suyla yıkadığınızda bu birikmiş olan negatif elektrikten kurtulur ve arınırsınız.
Yazıyı gönderenin uyguladığı yöntem, her akşam eve geldiğimde ellerimi sabunlamadan önce, ellerimi, banyomda lavabo başında hazırlayıp bıraktığım bir miktar tuzlu su ile yıkamak oluyor. Belirtmeliyim ki REİKİ ve şifa ile uğraşan dostlarım da seans öncesi ve sonrası bunu uygulamaları kendilerini ve uygulatıcıyı korumada büyük yarar sağlıyor. Duş alırken de arada tuzlu suyu başınızdan aşağıya dökerseniz tam ve net sonuçlar alırsınız. İş dönüşü ayaklarınızı tuzlu suyla
yıkamak tahmin ettiğinizin ötesinde bir yarar sağlar.
Yazıyı gönderenin uyguladığı yöntem, her akşam eve geldiğimde ellerimi sabunlamadan önce, ellerimi, banyomda lavabo başında hazırlayıp bıraktığım bir miktar tuzlu su ile yıkamak oluyor. Belirtmeliyim ki REİKİ ve şifa ile uğraşan dostlarım da seans öncesi ve sonrası bunu uygulamaları kendilerini ve uygulatıcıyı korumada büyük yarar sağlıyor. Duş alırken de arada tuzlu suyu başınızdan aşağıya dökerseniz tam ve net sonuçlar alırsınız. İş dönüşü ayaklarınızı tuzlu suyla
yıkamak tahmin ettiğinizin ötesinde bir yarar sağlar.
Etiketler:
Sağlık
Etiketsiz: Oradan Buradan
"insan midesinin ayakta ve oturur vaziyetteki pozisyonu farklıdır. Ayakta duran bir insan eğer sıvı gıda içerse doğrudan doğruya onikiparmak barsağına geçer. Midenin küçük eğriliğine uyan kısmında Waldeyerin mide caddesi denen bir oluk bulunur. Sıvı gıdalar bu yolu takip ederek zaten devamlı küçük bir açıklığı olan mide çıkışını (pilor) geçerek 12 parmak barsağına (duodenum) geçer. Eğer insan sıvı gıdayı oturarak içerse bunlar önce midede birikir, asitle karışarak mikropları ölür ve sonra 12 parmak barsağına geçer. Bu durumda oturarak su içme usulüne uymakla insan kolera da dâhil, birçok insan hastalıklarından korunmuş olur. Rastgele yerde meşrubatı alıp ayakta içenler bu tehlikeye daha fazla maruz kalırlar."
***********************************************************************************
***********************************************************************************
Etiketler:
Etiketsiz: Oradan Buradan
RAMAZAN’DA DENGELİ BESLENELİM
Beslenme günümüzde önemle üzerinde durulması gereken konuların başında yer almaktadır. Bugün dünyada bir çok insan açlık ve yetersiz, dengesiz beslenmenin yol açtığı ölüm ve hastalıklarla savaşırken, insanların diğer bir kısmı da aşırı ve hatalı beslenme davranış ve alışkanlıklarından kaynaklanan sağlık sorunları nedeniyle yaşamlarını tehlike altına atmaktadırlar. İşte bu noktada, son yıllarda yetersiz ve dengesiz beslenme sorunları sık sık karşımıza çıkmaktadır.
Beslenme; büyüme, gelişme, yaşamın sürdürülmesi ve sağlığın korunması için gereken besinlerin kullanılmasıdır. Yeterli ve dengeli beslenme ise esasında vücudun ihtiyacı için gereken besinlerin yeterli miktarda ancak dengeli bir biçimde, kişinin yaşam boyu sürdürebileceği doğru beslenme alışkanlıklarını, ona kazandırmaya yönelik, tamamen kişilerin yaşam biçimine özgü yani kişiye özel bir plandır. Vücudun ihtiyacı için gereken besinler kişilerin yaşına, boyuna, cinsiyetine, varsa hastalığına ve yaşam stiline göre değişmektedir.
Beslenme yetersizliği ve dengesizliğinin dolaylı olarak neden olduğu hastalıkların en önemlileri; enfeksiyon hastalıkları, arteriosklerotik hastalıklar, diyabet, hipertansiyon, şişmanlık, diş çürükleri ve karaciğer hastalıklarıdır. Yetersiz ve dengesiz beslenme vücut direncini azaltarak enfeksiyonlara zemin hazırlamaktadır. Hastalığın ağır seyretmesine ve öldürücü komplikasyonların gelişmesine neden olmaktadır. Aşırı besin alımı ve fiziksel hareketliliğin azlığı ise şişmanlığa yol açmaktadır. Şişmanlık ise; şeker hastalığı, hipertansiyon ve kalp damar hastalıklarının oluşumunda önemli bir risk etmenidir. Aşırı tuz tüketiminin hipertansiyon, aşırı şeker tüketiminin diş çürükleri, aşırı alkol alımının karaciğer hastalıklarının oluşumunda önemli etkenler olduğu kabul edilmektedir. Çocukluk ve ergenlik çağı başta olmak üzere, yaşam boyu yetersiz kalsiyum ve D vitamini alımı, fiziksel aktivite azlığı ve aşırı tuzlu yemek ise osteoporozun yani kemik erimesinin başlıca nedenleridir.
İşte, ülkemizdeki beslenme sorunları beraberinde bir takım hastalıkları ve hastalık risklerini de karşımıza çıkarmaktadır. Beslenmeyle ilişkili bu hastalık riskleri toplumumuz açısından büyük önem taşıyan Ramazan ayında da özenle takip edilmelidir. Bu ayda yapılan beslenme hataları, esasında gün boyu birşey yenmemesine rağmen kilo aldırabilmektedir. Oruç tutmak, aç kalmak demek değildir. Oruç tutmak; doğru beslenme alışkanlıklarının ruhun terbiyesi ile birleşmesi, bütünleşmesidir. Yani bizler, Ramazan ayı bittiğinde doğru beslenmemizden ödün vermemiş olmalıyız. Bu ayda uzun süre aç kalmak, beslenme şeklinin ve saatlerinin değişmesi, hareketin azalması, yemeklerden hemen sonra yatılması gibi nedenlerle beslenme problemleri ortaya çıkmaktadır.
Bu doğrultuda Ramazan’ da sağlıklı ve yeterli, dengeli beslenme önerilerimizin başında öğün düzeni gelmektedir. İftarla sahur arasında 1.5-2 saatlik aralarla 2-3 öğün yapılmalı ve sahurda mutlaka kalkılmalıdır. Sahuru günümüzün dinamiğini sağlayan, kahvaltı öğünü gibi düşünebiliriz. Gün boyu aç kalınacağı düşünülerek aşırı yemek yerine, yavaş sinidirilen, düşük glisemik indeksli dediğimiz kana geçiş hızı düşük olan esmer tahıl ürünleri, kurubaklagiller, sebze, salata gibi gıdaları tercih etmeliyiz. Ramazan ayında tercih edilmesi gereken diğer besin ve besin grupları ise; posası yüksek besinler (kabuklu yenen meyveler, kuru kayısı, kuru erik ve hurma, taneli tahıl ürünleri, taze fasulye, bezelye, ıspanak gibi), omega 3 ve folik asitten zengin besinler (tam undan yapılmış ürünler, kahvaltılık yulaf gevrekleri, kuşkonmaz, ıspanak, bezelye, domates, balık, brokoli, semizotu, mercimek, ceviz, badem gibi), C vitamininden zengin meyvelerdir. Bunların yanında yemeklerin sıvı yağlarla (özellikle sızma zeytinyağı, fındık yağı gibi), az tuzlu pişirilmesine dikkat edilmelidir. Yemeğe yağı ve tuzu mümkünse yemeğin altını kapatmaya yakın, hatta en son eklenmelidir.Yemekler ufak lokmalar biçiminde yavaş yavaş yenmeli, iftardan sahura dek bol bol su içilmelidir. Özellikle gazlı içecekler, salamura besinler, şarküteri ürünleri, ağır, yağda pişirilmiş veya kızartılmış besinler, sakatatlar ve şerbetli tatlılar ile beyaz undan hazırlanmış gıdalardan mümkün olduğunca uzak durulmalıdır.
Oruç tutabilen, beslenmeyle ilişkili olarak herhangi bir sağlık sorunu olmayan yetişkenlere uygun örnek bir, bir günlük Ramazan menüsü oluşturacak olursak;
SAHUR
1 SU BARDAĞI ILIK, ŞEKERSİZ SÜT (YARIM YAĞLI)
1 KİBRİT KUTUSU BEYAZ PEYNİR (HAFTADA 2-3 KEZ 1 YUMURTA)
4-5 ZEYTİN VEYA 5-6 FINDIK VE/VEYA 1-2 CEVİZ İÇİ
SÖĞÜŞ MEVSİM SEBZESİ
2 İNCE DİLİM EKMEK YA DA 1 KÜÇÜK PARÇA PİDE (PEYNİRLE TOST ŞEKLİNDE TÜKETİLEBİLİR)
1 PORSİYON MEYVE
İFTAR (19.00-19.30 GİBİ)
1 PORSİYON ET YEMEĞİ VEYA ETLİ SEBZE YEMEĞİ
1 KEPÇE ÇORBA VEYA 2-3 YEMEK KAŞIĞI PİLAV/MAKARNA VEYA 3 -4YEMEK KAŞIĞI KURUBAKLAGİL YEMEĞİ
2-3 YEMEK KAŞIĞI YOĞURT
BOL SALATA (AZ YAĞLI)
2 İNCE DİLİM EKMEK (TAM BUĞDAY VEYA ÇAVDAR) VEYA 1 KÜÇÜK PARÇA PİDE
ARA*(21.00-22.00 GİBİ)
1 PORSİYON MEYVE
1 SU BARDAĞI SÜT (YARIM YAĞLI)
*BU ÖĞÜNDE, HAFTADA 1-2 KEZ SÜTLÜ TATLILAR TERCİH EDİLEBİLİR.
Beslenme; büyüme, gelişme, yaşamın sürdürülmesi ve sağlığın korunması için gereken besinlerin kullanılmasıdır. Yeterli ve dengeli beslenme ise esasında vücudun ihtiyacı için gereken besinlerin yeterli miktarda ancak dengeli bir biçimde, kişinin yaşam boyu sürdürebileceği doğru beslenme alışkanlıklarını, ona kazandırmaya yönelik, tamamen kişilerin yaşam biçimine özgü yani kişiye özel bir plandır. Vücudun ihtiyacı için gereken besinler kişilerin yaşına, boyuna, cinsiyetine, varsa hastalığına ve yaşam stiline göre değişmektedir.
Beslenme yetersizliği ve dengesizliğinin dolaylı olarak neden olduğu hastalıkların en önemlileri; enfeksiyon hastalıkları, arteriosklerotik hastalıklar, diyabet, hipertansiyon, şişmanlık, diş çürükleri ve karaciğer hastalıklarıdır. Yetersiz ve dengesiz beslenme vücut direncini azaltarak enfeksiyonlara zemin hazırlamaktadır. Hastalığın ağır seyretmesine ve öldürücü komplikasyonların gelişmesine neden olmaktadır. Aşırı besin alımı ve fiziksel hareketliliğin azlığı ise şişmanlığa yol açmaktadır. Şişmanlık ise; şeker hastalığı, hipertansiyon ve kalp damar hastalıklarının oluşumunda önemli bir risk etmenidir. Aşırı tuz tüketiminin hipertansiyon, aşırı şeker tüketiminin diş çürükleri, aşırı alkol alımının karaciğer hastalıklarının oluşumunda önemli etkenler olduğu kabul edilmektedir. Çocukluk ve ergenlik çağı başta olmak üzere, yaşam boyu yetersiz kalsiyum ve D vitamini alımı, fiziksel aktivite azlığı ve aşırı tuzlu yemek ise osteoporozun yani kemik erimesinin başlıca nedenleridir.
İşte, ülkemizdeki beslenme sorunları beraberinde bir takım hastalıkları ve hastalık risklerini de karşımıza çıkarmaktadır. Beslenmeyle ilişkili bu hastalık riskleri toplumumuz açısından büyük önem taşıyan Ramazan ayında da özenle takip edilmelidir. Bu ayda yapılan beslenme hataları, esasında gün boyu birşey yenmemesine rağmen kilo aldırabilmektedir. Oruç tutmak, aç kalmak demek değildir. Oruç tutmak; doğru beslenme alışkanlıklarının ruhun terbiyesi ile birleşmesi, bütünleşmesidir. Yani bizler, Ramazan ayı bittiğinde doğru beslenmemizden ödün vermemiş olmalıyız. Bu ayda uzun süre aç kalmak, beslenme şeklinin ve saatlerinin değişmesi, hareketin azalması, yemeklerden hemen sonra yatılması gibi nedenlerle beslenme problemleri ortaya çıkmaktadır.
Bu doğrultuda Ramazan’ da sağlıklı ve yeterli, dengeli beslenme önerilerimizin başında öğün düzeni gelmektedir. İftarla sahur arasında 1.5-2 saatlik aralarla 2-3 öğün yapılmalı ve sahurda mutlaka kalkılmalıdır. Sahuru günümüzün dinamiğini sağlayan, kahvaltı öğünü gibi düşünebiliriz. Gün boyu aç kalınacağı düşünülerek aşırı yemek yerine, yavaş sinidirilen, düşük glisemik indeksli dediğimiz kana geçiş hızı düşük olan esmer tahıl ürünleri, kurubaklagiller, sebze, salata gibi gıdaları tercih etmeliyiz. Ramazan ayında tercih edilmesi gereken diğer besin ve besin grupları ise; posası yüksek besinler (kabuklu yenen meyveler, kuru kayısı, kuru erik ve hurma, taneli tahıl ürünleri, taze fasulye, bezelye, ıspanak gibi), omega 3 ve folik asitten zengin besinler (tam undan yapılmış ürünler, kahvaltılık yulaf gevrekleri, kuşkonmaz, ıspanak, bezelye, domates, balık, brokoli, semizotu, mercimek, ceviz, badem gibi), C vitamininden zengin meyvelerdir. Bunların yanında yemeklerin sıvı yağlarla (özellikle sızma zeytinyağı, fındık yağı gibi), az tuzlu pişirilmesine dikkat edilmelidir. Yemeğe yağı ve tuzu mümkünse yemeğin altını kapatmaya yakın, hatta en son eklenmelidir.Yemekler ufak lokmalar biçiminde yavaş yavaş yenmeli, iftardan sahura dek bol bol su içilmelidir. Özellikle gazlı içecekler, salamura besinler, şarküteri ürünleri, ağır, yağda pişirilmiş veya kızartılmış besinler, sakatatlar ve şerbetli tatlılar ile beyaz undan hazırlanmış gıdalardan mümkün olduğunca uzak durulmalıdır.
Oruç tutabilen, beslenmeyle ilişkili olarak herhangi bir sağlık sorunu olmayan yetişkenlere uygun örnek bir, bir günlük Ramazan menüsü oluşturacak olursak;
SAHUR
1 SU BARDAĞI ILIK, ŞEKERSİZ SÜT (YARIM YAĞLI)
1 KİBRİT KUTUSU BEYAZ PEYNİR (HAFTADA 2-3 KEZ 1 YUMURTA)
4-5 ZEYTİN VEYA 5-6 FINDIK VE/VEYA 1-2 CEVİZ İÇİ
SÖĞÜŞ MEVSİM SEBZESİ
2 İNCE DİLİM EKMEK YA DA 1 KÜÇÜK PARÇA PİDE (PEYNİRLE TOST ŞEKLİNDE TÜKETİLEBİLİR)
1 PORSİYON MEYVE
İFTAR (19.00-19.30 GİBİ)
1 PORSİYON ET YEMEĞİ VEYA ETLİ SEBZE YEMEĞİ
1 KEPÇE ÇORBA VEYA 2-3 YEMEK KAŞIĞI PİLAV/MAKARNA VEYA 3 -4YEMEK KAŞIĞI KURUBAKLAGİL YEMEĞİ
2-3 YEMEK KAŞIĞI YOĞURT
BOL SALATA (AZ YAĞLI)
2 İNCE DİLİM EKMEK (TAM BUĞDAY VEYA ÇAVDAR) VEYA 1 KÜÇÜK PARÇA PİDE
ARA*(21.00-22.00 GİBİ)
1 PORSİYON MEYVE
1 SU BARDAĞI SÜT (YARIM YAĞLI)
*BU ÖĞÜNDE, HAFTADA 1-2 KEZ SÜTLÜ TATLILAR TERCİH EDİLEBİLİR.
Etiketler:
Ramazan'da Beslenme
Ramazan Sofrası için altın Öğütler
Yapilan arastirmalar göstermistir ki Türkiye'de ramazan ayinda insanlar oruç tutarken daha cok aliyorlar.
Bol kalorili hamur isleri ile iftar davetlerinde sunulan binbir çesit yemekler ve bol suruplu tatlilarin yenmesi, oruç tutarken kilo alinnmasina neden olmaktadir.
Oruç tutanlarin, fazla kilo almamalari icin iftar yemeginin yavas yenmesi gerekmektedir. Iftarda yemek süresi toplam 45-50 dakika olmalidir. Yemekler az ve yavas yenmeli, iftar mutlaka çorba ile açilmalidir.
Çorba ve ekmeginizi yedikten sonra biraz dinlenmeli ve 10-15 dakika ara ile bol su içmelisiniz. Taze fasulye, ispanak, isirganotu, patlican, semizotu, Bürüksel lahanasi, beyaz lahana, börülce. kirmizi biber domatesli, brokoli, turp otu, radika gibi az yagli sebze yemekleri ile yagsiz balik, tavuk ve kuru baklagil tercih edilmelidir.
Iftar sofralarinin geleneksel çesidi tatlilarin ise yemekten iki saat sonra yenmesi gerekmektedir. Suruplular yerine de sütlü tatlilar tercih edilmelidir. Sahurda da yagli börekler yerine, bol otlu yagsiz gözlemelerin yenilmesi gerekmektedir.
IFTARDA NE YIYELIM:
Iftar saati bir bardak su
ardindan zeytin veya hurma, 1 kase çorba, ekmek veya pide
10-15 dakika sonra 2 bardak su, az yagli sebze yemegi, tavuk veya balik, yogurt, az yagli bol salata
50 dakika sonra rezene çayi
40 Dakika sonra 2 bardak su meyve - kuru kayisi veya elma
30 dakika sonra 2 bardak su, bir kase sütlü tatli, bir bardak su, meyve-kivi
90 dakika sonra isirgan otu çayi
SAHURDA NE YIYELIM
Çorba, ayran veya süt. Domates, salatalik, maydonoz, peynir, kepekli ekmek veya bol otlu yagsiz gözleme. Gözlemeyi ispanak , isirganotu. ebegümece, maydonoz, kabak, dere otu, taze sogan veya lor peyniri ile hazirlayin.
SÜT IÇEREK SAGLIKLI BIR RAMAZAN GEÇIRIN
Ankara Üniversitesi Saglik Egitim Fakültesi Dekani Prof. Dr. Nilgün Sarp, "iftar ile sahur arasinda 2 bardak süt içmenin oruçlu bireyin günlük vitamin ihtiyacini büyük oranda karsilayacagini" bildirdi.
Prof. Dr. Sarp, yaptigi yazili açiklamada, insan vücudunun ihtiyaç duydugu protein, karbonhidrat, B ve D vitaminleri, mineraller, potasyum ve kalsiyumun alinmasinda sütün en önemli besin kaynaklarindan biri oldugunu vurguladi.
Yetiskin bir insanin 1 bardak sütle günlük kalsiyum gereksiniminin yüzde 30'unu, D vitamini gereksiniminin yüzde 25'ini, proteinin yüzde 16'sini, potasyumun yüzde 11'ini ve B-12 vitaminin yüzde 13'ünü sagladigina isaret eden Prof. Dr. Sarp, sunlari kaydetti:
"Ülkemizde süt, agirlikli olarak yemek ve tatlilarda tüketiliyor. Ancak bu yolla tüketilen süt, günlük besin ihtiyacini yeterince karsilamiyor. Saglikli kosullarda üretilmis sütün besin degerinin korunabilmesi için, sivi gida olarak tüketilmesi gerekiyor.
Bilimsel arastirmalar, günlük gerekli süt tüketim miktarini en az 2 bardak olarak saptiyor. Sütün bilesiminde bulunan laktoz, açlikta kullanilan glikojen depolarina destek olarak vücudun enerji ihtiyacini karsilamasina yardimci oluyor. Sütün bilesimindeki yag, tokluk duygusunun uzun sürmesinde etkili oluyor. Sütün yapisinda yer alan kaliteli, biyolojik degeri yüksek protein, yag ve laktoz ile tüm mineral ve vitaminler, bagisiklik sisteminin korunmasindan kanser, kalp-damar hastaliklari ve osteoporoz gibi kronik hastaliklardan korunmada büyük önem tasiyor."
Prof. Dr. Sarp, Ramazan'da günlük sivi ihtiyacinin önemli bir kismini sahur ile iftarda karsilamak gerektigine de dikkat çekerek, "Bu nedenle gerek iftar vaktinde, gerekse de daha sonra sahura kadar geçen süre içinde süt içmek doğru bir tercihtir. Iftar ile sahur arasinda 2 bardak süt içmek, oruçlu bireyin günlük vitamin ihtiyacini büyük oranda karsilar" dedi.
Bol kalorili hamur isleri ile iftar davetlerinde sunulan binbir çesit yemekler ve bol suruplu tatlilarin yenmesi, oruç tutarken kilo alinnmasina neden olmaktadir.
Oruç tutanlarin, fazla kilo almamalari icin iftar yemeginin yavas yenmesi gerekmektedir. Iftarda yemek süresi toplam 45-50 dakika olmalidir. Yemekler az ve yavas yenmeli, iftar mutlaka çorba ile açilmalidir.
Çorba ve ekmeginizi yedikten sonra biraz dinlenmeli ve 10-15 dakika ara ile bol su içmelisiniz. Taze fasulye, ispanak, isirganotu, patlican, semizotu, Bürüksel lahanasi, beyaz lahana, börülce. kirmizi biber domatesli, brokoli, turp otu, radika gibi az yagli sebze yemekleri ile yagsiz balik, tavuk ve kuru baklagil tercih edilmelidir.
Iftar sofralarinin geleneksel çesidi tatlilarin ise yemekten iki saat sonra yenmesi gerekmektedir. Suruplular yerine de sütlü tatlilar tercih edilmelidir. Sahurda da yagli börekler yerine, bol otlu yagsiz gözlemelerin yenilmesi gerekmektedir.
IFTARDA NE YIYELIM:
Iftar saati bir bardak su
ardindan zeytin veya hurma, 1 kase çorba, ekmek veya pide
10-15 dakika sonra 2 bardak su, az yagli sebze yemegi, tavuk veya balik, yogurt, az yagli bol salata
50 dakika sonra rezene çayi
40 Dakika sonra 2 bardak su meyve - kuru kayisi veya elma
30 dakika sonra 2 bardak su, bir kase sütlü tatli, bir bardak su, meyve-kivi
90 dakika sonra isirgan otu çayi
SAHURDA NE YIYELIM
Çorba, ayran veya süt. Domates, salatalik, maydonoz, peynir, kepekli ekmek veya bol otlu yagsiz gözleme. Gözlemeyi ispanak , isirganotu. ebegümece, maydonoz, kabak, dere otu, taze sogan veya lor peyniri ile hazirlayin.
SÜT IÇEREK SAGLIKLI BIR RAMAZAN GEÇIRIN
Ankara Üniversitesi Saglik Egitim Fakültesi Dekani Prof. Dr. Nilgün Sarp, "iftar ile sahur arasinda 2 bardak süt içmenin oruçlu bireyin günlük vitamin ihtiyacini büyük oranda karsilayacagini" bildirdi.
Prof. Dr. Sarp, yaptigi yazili açiklamada, insan vücudunun ihtiyaç duydugu protein, karbonhidrat, B ve D vitaminleri, mineraller, potasyum ve kalsiyumun alinmasinda sütün en önemli besin kaynaklarindan biri oldugunu vurguladi.
Yetiskin bir insanin 1 bardak sütle günlük kalsiyum gereksiniminin yüzde 30'unu, D vitamini gereksiniminin yüzde 25'ini, proteinin yüzde 16'sini, potasyumun yüzde 11'ini ve B-12 vitaminin yüzde 13'ünü sagladigina isaret eden Prof. Dr. Sarp, sunlari kaydetti:
"Ülkemizde süt, agirlikli olarak yemek ve tatlilarda tüketiliyor. Ancak bu yolla tüketilen süt, günlük besin ihtiyacini yeterince karsilamiyor. Saglikli kosullarda üretilmis sütün besin degerinin korunabilmesi için, sivi gida olarak tüketilmesi gerekiyor.
Bilimsel arastirmalar, günlük gerekli süt tüketim miktarini en az 2 bardak olarak saptiyor. Sütün bilesiminde bulunan laktoz, açlikta kullanilan glikojen depolarina destek olarak vücudun enerji ihtiyacini karsilamasina yardimci oluyor. Sütün bilesimindeki yag, tokluk duygusunun uzun sürmesinde etkili oluyor. Sütün yapisinda yer alan kaliteli, biyolojik degeri yüksek protein, yag ve laktoz ile tüm mineral ve vitaminler, bagisiklik sisteminin korunmasindan kanser, kalp-damar hastaliklari ve osteoporoz gibi kronik hastaliklardan korunmada büyük önem tasiyor."
Prof. Dr. Sarp, Ramazan'da günlük sivi ihtiyacinin önemli bir kismini sahur ile iftarda karsilamak gerektigine de dikkat çekerek, "Bu nedenle gerek iftar vaktinde, gerekse de daha sonra sahura kadar geçen süre içinde süt içmek doğru bir tercihtir. Iftar ile sahur arasinda 2 bardak süt içmek, oruçlu bireyin günlük vitamin ihtiyacini büyük oranda karsilar" dedi.
Etiketler:
Ramazan'da Beslenme
Biberiye Mucizesi
1. Esim evliligimizden once baslayan migren agrilarindan sikayetci idi ve cebinde bir suru agri kesici ilaclarla dolasir ve kriz anlarinda da 'basimi kesin de bu agridan kurtulayim' derdi. Hacettepe Tip Fakultesi'nde 1980 baslarinda MR' cekilip migren teshisi konuldu ama olumlu bir sonuc alamadik. 1983 yilinda is yerim Ankara
Universitesi' nden Gazi Universitesi' ne gecince burada da MR cekilip migren teshisi konulunca migren tedavisi basladi. Verilen cesitli haplar etkili olmayinca depresyon tedavisine baslayacagiz dediler ve giderek degistilen ilaclar sonucu esim neredeyse 24 saat uyumaya basladi ilaclarin etkisi ile. Bu asamada ben tedavi ve ilaclari
Kestidim. Bitkisel ilac aramaya basladim ve tanidigim bir zamanlar orman bakanliginda 'tibbi bitkiler arastirma projesi' ndecalismis emekli tanidigim 'biberiye' cayini tavsiye etti. Gunde 5-6 fincan biberiye cayi tedavisine basladik ve 20-25 gun sonra migren, bas agrilari sorunlari bir daha gelmemek uzere sona erdi.
2. Ortopedist kardesime ameliyat olan sanatci Selcuk UralKardesime migreni oldugunu soyluyor ve kardesim biberiye cayini tavsiye ediyor.
Selcuk Ural birkac yil once ATV televizyonundaki bir programda Migreninin ortopedist doktorunun botanikci agabeyinin tavsiyesiile gectigini soyluyor ve tesekkur ediyor.
3. Kayinbiraderimin esi Elmadag'da kizakla kayarken dusup kizakFreni demirinin ayak bilegi ile diz arasi orta bolgede V harfi seklinde Ve buyukce bir bolgede etini kemige kadar kaldirdi. Buraya dikis atildi Ancak kalkan kismin buyuklugunden 1 ay V harfiic kismindaki deri canlanmadi ve doktorlar 'bu bolgeye deri nakli yapmamiz gerekir'
Dediler. Kayinbiraderimin buldugu estetik ameliyati yapacak doktor 'Amerikadan yeni bir ilac geldi once birkac gun bunu surup deneyelim, sonuc alamazsak ameliyati yapariz' dedi. Surulen yag deriyi 3-4 gun sonra canladirmaya basladi. Bu yagin uzerine baktigimda *Rosmarinus *kelimesini gorunce biberiye bitkisine olan ilgim cok daha artti. Kendi kutuphanem ve internetten yaptigim arastirmada biberiye bitkisinin iyi geldigi hastalik ve sorunlar 100'u cok asinca arastimayi kestim bu kadar
yeter diye.
4. Biberiye yagini yazlik evimiz goturduk. Agabeyimin torunlari Dusup veya kosarken baslarini veya eller ve ayaklarini bir yerlere carptiginda evde baslayan telasa hic gerek olmadigini soyleyip bu yagi suruyordum ve sismesi, morarmasi veya agrimasigereken bolgelerde bunlarin hic biri gerceklesmiyodu.
5. Esimin isyerinde arkadasinin babasinin ayaklarinda diz altibolgesinin dolasim bozuklugu nedeniyle ayaklari soguk idi. Biberiye cayi ile bu sorunlari cozuldu.
6. Cok yasli komsumuzun 2 yildir geceleri uyuyamama sorunu vardi. Damadi Ankara'da bir devlet hastanesinde beyin cerrahi docent de cozum bulamamisti uyku sorununa. Biberiye cayi icmeye basladiktan sonra gece de gunduz de uyumaya basladi.
7. Yine ayni cok yasli komsumuz gut hastaligindan da muzdarip idi Ve kaninda urik asit yuksek cikiyordu. Biberiye cayi ile bu sorunu da cozuldu.
8. Kayinpederim boyun kireclenmesinin sonucunda boynu tamamen Hareketsiz duruma gecti. Doktorlar ameliyat yapamayiz boyle idare et dediler. Biberiye yagi ile yaptigi masajlar sonucu 1 hafta sonra boynunu hareket ettirmeye basladi.
9. Kizim kosarken carptigi eli mosmor oldu. Biberiyeyagini surduk,2 saat sonra morluk gecmeye basladi. Akraba doktora soruyorum oyle morluk normal ne kadar zamanda gecer diye ve 2 gunde gecer diyor.
10. Biberiye yagi ecza dolabimizda artik yerini almisti. Bir yerin mi agriyor (ornegin bas agrisi) sur biberiyeyi en azindan gecici olarak Agri gecsin. Bir yerin kesildi mi, cizildi mi sur biberiye yaginicok suratli olarak iyilessin.
Umarim arkadaslar icin bu bilgiler yararli olur.
Prof. Dr. Turhan USLU
Universitesi' nden Gazi Universitesi' ne gecince burada da MR cekilip migren teshisi konulunca migren tedavisi basladi. Verilen cesitli haplar etkili olmayinca depresyon tedavisine baslayacagiz dediler ve giderek degistilen ilaclar sonucu esim neredeyse 24 saat uyumaya basladi ilaclarin etkisi ile. Bu asamada ben tedavi ve ilaclari
Kestidim. Bitkisel ilac aramaya basladim ve tanidigim bir zamanlar orman bakanliginda 'tibbi bitkiler arastirma projesi' ndecalismis emekli tanidigim 'biberiye' cayini tavsiye etti. Gunde 5-6 fincan biberiye cayi tedavisine basladik ve 20-25 gun sonra migren, bas agrilari sorunlari bir daha gelmemek uzere sona erdi.
2. Ortopedist kardesime ameliyat olan sanatci Selcuk UralKardesime migreni oldugunu soyluyor ve kardesim biberiye cayini tavsiye ediyor.
Selcuk Ural birkac yil once ATV televizyonundaki bir programda Migreninin ortopedist doktorunun botanikci agabeyinin tavsiyesiile gectigini soyluyor ve tesekkur ediyor.
3. Kayinbiraderimin esi Elmadag'da kizakla kayarken dusup kizakFreni demirinin ayak bilegi ile diz arasi orta bolgede V harfi seklinde Ve buyukce bir bolgede etini kemige kadar kaldirdi. Buraya dikis atildi Ancak kalkan kismin buyuklugunden 1 ay V harfiic kismindaki deri canlanmadi ve doktorlar 'bu bolgeye deri nakli yapmamiz gerekir'
Dediler. Kayinbiraderimin buldugu estetik ameliyati yapacak doktor 'Amerikadan yeni bir ilac geldi once birkac gun bunu surup deneyelim, sonuc alamazsak ameliyati yapariz' dedi. Surulen yag deriyi 3-4 gun sonra canladirmaya basladi. Bu yagin uzerine baktigimda *Rosmarinus *kelimesini gorunce biberiye bitkisine olan ilgim cok daha artti. Kendi kutuphanem ve internetten yaptigim arastirmada biberiye bitkisinin iyi geldigi hastalik ve sorunlar 100'u cok asinca arastimayi kestim bu kadar
yeter diye.
4. Biberiye yagini yazlik evimiz goturduk. Agabeyimin torunlari Dusup veya kosarken baslarini veya eller ve ayaklarini bir yerlere carptiginda evde baslayan telasa hic gerek olmadigini soyleyip bu yagi suruyordum ve sismesi, morarmasi veya agrimasigereken bolgelerde bunlarin hic biri gerceklesmiyodu.
5. Esimin isyerinde arkadasinin babasinin ayaklarinda diz altibolgesinin dolasim bozuklugu nedeniyle ayaklari soguk idi. Biberiye cayi ile bu sorunlari cozuldu.
6. Cok yasli komsumuzun 2 yildir geceleri uyuyamama sorunu vardi. Damadi Ankara'da bir devlet hastanesinde beyin cerrahi docent de cozum bulamamisti uyku sorununa. Biberiye cayi icmeye basladiktan sonra gece de gunduz de uyumaya basladi.
7. Yine ayni cok yasli komsumuz gut hastaligindan da muzdarip idi Ve kaninda urik asit yuksek cikiyordu. Biberiye cayi ile bu sorunu da cozuldu.
8. Kayinpederim boyun kireclenmesinin sonucunda boynu tamamen Hareketsiz duruma gecti. Doktorlar ameliyat yapamayiz boyle idare et dediler. Biberiye yagi ile yaptigi masajlar sonucu 1 hafta sonra boynunu hareket ettirmeye basladi.
9. Kizim kosarken carptigi eli mosmor oldu. Biberiyeyagini surduk,2 saat sonra morluk gecmeye basladi. Akraba doktora soruyorum oyle morluk normal ne kadar zamanda gecer diye ve 2 gunde gecer diyor.
10. Biberiye yagi ecza dolabimizda artik yerini almisti. Bir yerin mi agriyor (ornegin bas agrisi) sur biberiyeyi en azindan gecici olarak Agri gecsin. Bir yerin kesildi mi, cizildi mi sur biberiye yaginicok suratli olarak iyilessin.
Umarim arkadaslar icin bu bilgiler yararli olur.
Prof. Dr. Turhan USLU
Etiketler:
Bitkiler
Kansızlık
Kansızlığa çiğ pırasa ve domatesin iyi geldiğini biliyor muydunuz ?
Dünya nüfusunun yüzde 30'unun yakındığı kansızlık pek ciddiye alınmıyor ve tek çare olarak demir hapları görülüyor. Oysa bazı önemli hastalıkların habercisi de olabilen kansızlığın önemsenmesi gerekir.
Kansızlık çekenler için son yıllarda bitkisel çözümler öne çıktı.
Bahçelerde yetiştirilen sebzeler, doğada büyüyen bazı şifalı bitkiler kansızlığa iyi geliyor.
Özellikle saf polen, kansızlıkta bedene önemli takviyelerde bulunuyor.
Sebzeleri de unutmamak lazım. Örneğin pırasa çiğ yenildiğinde kan yapıcı etki gösteriyor. Ayrıca soya sütü, yulaf, pekmez gibi birçok besin iyi geliyor.
Kansızlık kadınları tehdit ediyor!
Doğurganlık çağındaki kadınları etkileyen kansızlık; yorgunluk, baş dönmesi gibi belirtiler gösteriyor.
Ülkemizdeki kadınların yaklaşık üçte birinde demir eksikliğine bağlı kansızlık görülüyor. Bunun nedeni ise adet kanamaları ve sık yapılan doğumlar. Kansızlık özellikle doğurganlık çağındaki kadınları daha çok etkiliyor.
Halsizlik, yorgunluk, çarpıntı, nefes darlığı, baş ağrısı, baş dönmesi, kulak çınlaması, saç dökülmesi ve tırnaklarda kırılma gibi belirtiler de kansızlığa işaret olabiliyor.
Anne sütü önemli demir kaynağı
Gebe ve emzikli kadınlarda da kansızlığa sık rastlanıyor. Bu durumdaki kadınlara, kansızlık gelişmemesi için demir içeren ilaçlar verilmesi gerekiyor çünkü, annede kansızlık varsa bebeğin anne karnındaki fiziksel ve zihinsel gelişimi olumsuz yönde etkilenebiliyor. En önemli demir kaynaklarından biri de anne sütü olduğundan yeni doğan çocukların en az 6 ay süre ile emzirilmeleri gerekiyor.
Vitamin eksikliği de olabilir
Kansızlığın bir diğer nedeni ise B12 vitamini eksikliğidir. Gıdalarla alınan vitamin B12'nin yeterince emilememesi sonucu oluşur. Halsizlik, yorgunluk, nefes darlığı, çarpıntı gibi bulguların yanında unutkanlık, aşırı sinirlilik, el ve ayaklarda uyuşma, denge kaybı, bazen de şuur bulanıklığı ile kendini gösterebilir. Bu hastalara erken dönemlerde B12 verilmesi tedavide başarı şansını artırır.
Kansızlığı önemseyin!
En fazla genç kadın ve çocuklarda demir eksikliği olarak görülen kansızlık, diğer hastalıklarla karıştırılması nedeniyle genellikle göz ardı ediliyor.
Kandaki alyuvar veya alyuvarlara renk veren hemoglobin sayısındaki azalma, kansızlık olarak adlandırılıyor.
Hemoglobinin üretilmesinde gerekli olan demir, besinlerle yeterli miktarda alınmazsa hastalığın oluşmasına zemin hazırlıyor.
Beslenme ve Diyet Uzmanı Özlem Sert, bu konuyla ilgili cnnturk.com'un sorularını yanıtladı:
Hemoglobin miktarı ne olmalı?
Hemoglobin miktarı erkeklerde 13 g/dL, kadınlarda 12 g/dL, altı ay ile altı yaş arası çocuklarda 11 g/dL nin, 6-14 yaşlarda 12 g/dL nin altındaysa kişi anemik kabul edilir.
Beslenmenin yanı sıra kişide karaciğer, böbrek rahatsızlıkları ve kanser gibi ciddi hastalıklarda görülen iç kanama varsa demir eksikliği kansızlığın nedeni olabilir."
Kansızlığın belirtileri nelerdir?
"Halsizlik, yorgunluk, soluk bir cilt, asabiyet, uykusuzluk, konsantrasyon eksikliği, saç dökülmesi, tırnaklarda incelme görülebilir.
Dünya nüfusunun yüzde 30'unda görülen kansızlık ileri derecelerde elde ve ayakta karıncalanma, depresyon, çarpıntı, kulak çınlaması gibi yakınmalara neden olur.
Özellikle kış aylarında el ve ayaklarda üşüme ile kendini gösterir. Bu tip şikayeti olanlar en yakın bir zamanda hematoloğa başvurmalıdırlar.
Eğer kansızlık demir eksikliğinden oluşuyorsa ağız kenarlarında ve dilde yaralar, tırnaklarda çatlaklar, toprak, buz ve kirece karşı istek olabilir.
Folik asit eksikliğinden kaynaklı ise depresyon, ishal, şiş bir dil olabilir. B-12 vitamini eksikliğinden oluşuyorsa da kilo kaybı, depresyon, hafif renk körlüğü, duyu kaybı ve kararmış bir cilt görülebilir."
Kansızlık nasıl tedavi edilir?
"Tedavide öncelikle kansızlığa sebep olan unsurları öğrenmek gerekir. Fazla adet kanaması veya hemoroid kanaması varsa tedavi edilmelidir."
Beslenmeye bağlı olan bir durumsa dikkat edilmesi gerekenler:
- Kırmızı et, karaciğer, balık, yumurta sarısı, kurubaklagiller, kuru üzüm, kuru incir, yeşil yapraklı sebzeler, ayçekirdeği, fıstık, ceviz, badem, soya fasülyesi demirden zengin yiyecekler tüketilmeli
- Demir emilimini artıran C vitamini alınmalı.
- Öğünlerde ana yemeklerin yanında domates, maydanoz, sivri biber, marul içeren limonlu salata tercih edilmeli
- İçinde bulunan laktik asit demirin vücutta depolanmasını kolaylaştırdığı için yoğurt tüketimi artırılmalı
- Demir emilimini azaltan besinler fazla tüketilmemeli. Çay, kahve, kola, sigara, alkol ve kepekli ekmek.
- Yemekten en az yarım saat sonra çay veya kahve tüketilmemeli
- Sebzelerin haşlama suyu atılmamalı
- Sebzeler mümkün olduğunca az suda veya düdüklü tencerede pişirilmeli
Aşırı üşüme kansızlığın belirtisi
Özellikle kış aylarında el ve ayakların normalden fazla üşümesi ve ısınmaması kansızlığın belirtisi olabilir
Kansızlık, kırmızı kan hücrelerinin içinde bulunan, oksijen taşımakla görevli hemoglobin molekülünün miktarındaki azalma olarak tanımlanıyor.
Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Hematoloji Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Doç. Dr. Erdal Kurtoğlu, kansızlığın en fazla genç kadınlarda ve iyi beslenmeyen bebeklerde görüldüğünü söyledi.
Kan hücreleri açısından önem taşıyan hemoglobin molekülünün üretilmesi için demire ihtiyaç duyulduğunu belirten Kurtoğlu, şunları söyledi: "Besinlerle demir alımının az olması ya da farkına varılamayan iç kanamalar nedeniyle vücuttaki demir kaybının artması bu mineralin eksikliğine yol açar.
Bu eksikliğin yol açtığı başlıca rahatsızlık da kansızlıktır. Kansızlığın temelinde çoğunlukla karaciğer ve böbrek rahatsızlıkları, kanser gibi ciddi hastalıklar yatar."
Kurtoğlu, kansızlık görülen kişilerin el ve ayaklarında normalden daha fazla üşüme olacağını ve çok güç ısıtılacağını belirterek, "Ayrıca, halsizlik, çabuk yorulma ve iştahsızlık da kansızlığa işaret edebilir. Bu nedenle, özellikle kış aylarında el ve ayakların fazla üşümesinden şikayet edenler hemen bir doktora başvurmalı ve kanını kontrol ettirmelidir" dedi.
Kansızlığın önce altında yatan nedeninin belirlenmesi ve bilinçsiz bir şekilde ilaç kullanmaktan kesinlikle kaçınılması gerektiğini vurgulayan Kurtoğlu, "Beslenmeden kaynaklanıyorsa demir destekli bir diyet programı uygulanır. Ancak, temelinde ciddi hastalıkların bulunabileceği kansızlık için doktora gitmeden gelişigüzel bir beslenme programının uygulanması, daha kötü sonuçlar doğurabilir. Bir elin fazla üşümesi, önemsenmelidir" diye konuştu.
Dünya nüfusunun yüzde 30'unun yakındığı kansızlık pek ciddiye alınmıyor ve tek çare olarak demir hapları görülüyor. Oysa bazı önemli hastalıkların habercisi de olabilen kansızlığın önemsenmesi gerekir.
Kansızlık çekenler için son yıllarda bitkisel çözümler öne çıktı.
Bahçelerde yetiştirilen sebzeler, doğada büyüyen bazı şifalı bitkiler kansızlığa iyi geliyor.
Özellikle saf polen, kansızlıkta bedene önemli takviyelerde bulunuyor.
Sebzeleri de unutmamak lazım. Örneğin pırasa çiğ yenildiğinde kan yapıcı etki gösteriyor. Ayrıca soya sütü, yulaf, pekmez gibi birçok besin iyi geliyor.
Kansızlık kadınları tehdit ediyor!
Doğurganlık çağındaki kadınları etkileyen kansızlık; yorgunluk, baş dönmesi gibi belirtiler gösteriyor.
Ülkemizdeki kadınların yaklaşık üçte birinde demir eksikliğine bağlı kansızlık görülüyor. Bunun nedeni ise adet kanamaları ve sık yapılan doğumlar. Kansızlık özellikle doğurganlık çağındaki kadınları daha çok etkiliyor.
Halsizlik, yorgunluk, çarpıntı, nefes darlığı, baş ağrısı, baş dönmesi, kulak çınlaması, saç dökülmesi ve tırnaklarda kırılma gibi belirtiler de kansızlığa işaret olabiliyor.
Anne sütü önemli demir kaynağı
Gebe ve emzikli kadınlarda da kansızlığa sık rastlanıyor. Bu durumdaki kadınlara, kansızlık gelişmemesi için demir içeren ilaçlar verilmesi gerekiyor çünkü, annede kansızlık varsa bebeğin anne karnındaki fiziksel ve zihinsel gelişimi olumsuz yönde etkilenebiliyor. En önemli demir kaynaklarından biri de anne sütü olduğundan yeni doğan çocukların en az 6 ay süre ile emzirilmeleri gerekiyor.
Vitamin eksikliği de olabilir
Kansızlığın bir diğer nedeni ise B12 vitamini eksikliğidir. Gıdalarla alınan vitamin B12'nin yeterince emilememesi sonucu oluşur. Halsizlik, yorgunluk, nefes darlığı, çarpıntı gibi bulguların yanında unutkanlık, aşırı sinirlilik, el ve ayaklarda uyuşma, denge kaybı, bazen de şuur bulanıklığı ile kendini gösterebilir. Bu hastalara erken dönemlerde B12 verilmesi tedavide başarı şansını artırır.
Kansızlığı önemseyin!
En fazla genç kadın ve çocuklarda demir eksikliği olarak görülen kansızlık, diğer hastalıklarla karıştırılması nedeniyle genellikle göz ardı ediliyor.
Kandaki alyuvar veya alyuvarlara renk veren hemoglobin sayısındaki azalma, kansızlık olarak adlandırılıyor.
Hemoglobinin üretilmesinde gerekli olan demir, besinlerle yeterli miktarda alınmazsa hastalığın oluşmasına zemin hazırlıyor.
Beslenme ve Diyet Uzmanı Özlem Sert, bu konuyla ilgili cnnturk.com'un sorularını yanıtladı:
Hemoglobin miktarı ne olmalı?
Hemoglobin miktarı erkeklerde 13 g/dL, kadınlarda 12 g/dL, altı ay ile altı yaş arası çocuklarda 11 g/dL nin, 6-14 yaşlarda 12 g/dL nin altındaysa kişi anemik kabul edilir.
Beslenmenin yanı sıra kişide karaciğer, böbrek rahatsızlıkları ve kanser gibi ciddi hastalıklarda görülen iç kanama varsa demir eksikliği kansızlığın nedeni olabilir."
Kansızlığın belirtileri nelerdir?
"Halsizlik, yorgunluk, soluk bir cilt, asabiyet, uykusuzluk, konsantrasyon eksikliği, saç dökülmesi, tırnaklarda incelme görülebilir.
Dünya nüfusunun yüzde 30'unda görülen kansızlık ileri derecelerde elde ve ayakta karıncalanma, depresyon, çarpıntı, kulak çınlaması gibi yakınmalara neden olur.
Özellikle kış aylarında el ve ayaklarda üşüme ile kendini gösterir. Bu tip şikayeti olanlar en yakın bir zamanda hematoloğa başvurmalıdırlar.
Eğer kansızlık demir eksikliğinden oluşuyorsa ağız kenarlarında ve dilde yaralar, tırnaklarda çatlaklar, toprak, buz ve kirece karşı istek olabilir.
Folik asit eksikliğinden kaynaklı ise depresyon, ishal, şiş bir dil olabilir. B-12 vitamini eksikliğinden oluşuyorsa da kilo kaybı, depresyon, hafif renk körlüğü, duyu kaybı ve kararmış bir cilt görülebilir."
Kansızlık nasıl tedavi edilir?
"Tedavide öncelikle kansızlığa sebep olan unsurları öğrenmek gerekir. Fazla adet kanaması veya hemoroid kanaması varsa tedavi edilmelidir."
Beslenmeye bağlı olan bir durumsa dikkat edilmesi gerekenler:
- Kırmızı et, karaciğer, balık, yumurta sarısı, kurubaklagiller, kuru üzüm, kuru incir, yeşil yapraklı sebzeler, ayçekirdeği, fıstık, ceviz, badem, soya fasülyesi demirden zengin yiyecekler tüketilmeli
- Demir emilimini artıran C vitamini alınmalı.
- Öğünlerde ana yemeklerin yanında domates, maydanoz, sivri biber, marul içeren limonlu salata tercih edilmeli
- İçinde bulunan laktik asit demirin vücutta depolanmasını kolaylaştırdığı için yoğurt tüketimi artırılmalı
- Demir emilimini azaltan besinler fazla tüketilmemeli. Çay, kahve, kola, sigara, alkol ve kepekli ekmek.
- Yemekten en az yarım saat sonra çay veya kahve tüketilmemeli
- Sebzelerin haşlama suyu atılmamalı
- Sebzeler mümkün olduğunca az suda veya düdüklü tencerede pişirilmeli
Aşırı üşüme kansızlığın belirtisi
Özellikle kış aylarında el ve ayakların normalden fazla üşümesi ve ısınmaması kansızlığın belirtisi olabilir
Kansızlık, kırmızı kan hücrelerinin içinde bulunan, oksijen taşımakla görevli hemoglobin molekülünün miktarındaki azalma olarak tanımlanıyor.
Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Hematoloji Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Doç. Dr. Erdal Kurtoğlu, kansızlığın en fazla genç kadınlarda ve iyi beslenmeyen bebeklerde görüldüğünü söyledi.
Kan hücreleri açısından önem taşıyan hemoglobin molekülünün üretilmesi için demire ihtiyaç duyulduğunu belirten Kurtoğlu, şunları söyledi: "Besinlerle demir alımının az olması ya da farkına varılamayan iç kanamalar nedeniyle vücuttaki demir kaybının artması bu mineralin eksikliğine yol açar.
Bu eksikliğin yol açtığı başlıca rahatsızlık da kansızlıktır. Kansızlığın temelinde çoğunlukla karaciğer ve böbrek rahatsızlıkları, kanser gibi ciddi hastalıklar yatar."
Kurtoğlu, kansızlık görülen kişilerin el ve ayaklarında normalden daha fazla üşüme olacağını ve çok güç ısıtılacağını belirterek, "Ayrıca, halsizlik, çabuk yorulma ve iştahsızlık da kansızlığa işaret edebilir. Bu nedenle, özellikle kış aylarında el ve ayakların fazla üşümesinden şikayet edenler hemen bir doktora başvurmalı ve kanını kontrol ettirmelidir" dedi.
Kansızlığın önce altında yatan nedeninin belirlenmesi ve bilinçsiz bir şekilde ilaç kullanmaktan kesinlikle kaçınılması gerektiğini vurgulayan Kurtoğlu, "Beslenmeden kaynaklanıyorsa demir destekli bir diyet programı uygulanır. Ancak, temelinde ciddi hastalıkların bulunabileceği kansızlık için doktora gitmeden gelişigüzel bir beslenme programının uygulanması, daha kötü sonuçlar doğurabilir. Bir elin fazla üşümesi, önemsenmelidir" diye konuştu.
Etiketler:
Kansızlık
Zeytin Çekirdeği
Aşağıdaki yazı mail'ime gelmişti. Paylaşıp paylaşmamakta kararsız kaldım aslında... Şöyle diyelim:
"AŞAĞIDAKİ YAZININ İÇERİĞİ HAKKINDA HİÇBİR SORUMLULUK KABUL EDİLMEZ.
DOKTOR TARAFINDAN ONAYLANMADAN UYGULANMASI ÖNERİLMEZ!"
"Arkadaşlar kendi hayatımda ve yakınlarımın hayatında yaklaşık 5 yıldan
beri denenmiş olan ve hiç bir yan etkisi olmayan mucizevi bir tedavi yöntemini
paylaşmak istiyorum:
Yıl 2003'te ben hemeroid ameliyatı için gün almış ameliyat gününü
beklerken o günlerin çabuk geçmesi ve bir an önce çektiğim acılardan
kurtulmak için günün 24 saatini dua ederek geçiriyordum.
Midemde gasrtrit,bağırsak tembelliğine bağlı kabızlık ve buna bağlı
olarakta hemeroid vardı ve bunlar çok ilerlemiş bir durumda idi...
Her ne yersem yiyeyim boğazıma kadar bir yanma ve çok şiddetli
sancılar çekiyordum...
Bir gün arkadaşlarımdan birisi ile kahvaltıda buluştuk ve o iştahla
çeşitli yiyecekleri yerken ben çay içerek her zaman olduğu gibi
kahvaltıyı geçiştirmeye çalışıyordum...
Bu durumu görünce neden yemediğimi sordu bende ona detayları ile
çektiğim sıkıntıları anlatınca bana zeytin çekirdeklerini çıkarmayıp
yutmamı söyledi,önce şaka yaptığını sandım ama onun
çekirdeklerin hiç birini çıkarmayıp yuttuğunu görünce inandım.
Bende kahvaltıya başlayıp çekirdekleri yutmaya başladım.
Çok ilginçtir yıllardır sabah kahvaltılarını çay içerek geçiştirdiğim
halde boğazıma kadar yanmalar hissetmeme rağmen o gün midemde yanma
olmadı kahvaltıdan taklaşık yarım saat kadar sonra midemden saf
zeytinyağı kokusu geldiğini hissettim..
Arkadaşıma midede çekirdeğin erimeyeceğini zaten rahatsız olduğumu
söylediğimde bana mide özsuyunun zeytin çekirdeğini çok kısa bir
sürede parçalayarak saf zeytinyağına ve şifalı yağlara ulaşıldığını
geriye kalan posanın ise bağırsakları onarararak rahatlattığını
dolayısı ile kabızlığın ve hemeroidinde tedavi olduğunu yanı sıra
damar sertliğinden hazımsızlığa kadar bir çok derde şifa olduğunu
söyledi..
İlk önce bütün bunların hayal olduğunu düşünmeme rağmen bu
konuda şifa bulmak için katlandığım eziyetleri hatırlayınca bunun çok daha kolay
olduğunu düşünerek çekirdekleri yutmaya devama ettim ...
ilk 15 günde midemdeki yanmalar ve gastritin yumuşadığını ve yok
olduğunu,hemeroidimin verdiği ızdırapların sın bulduğunu gördüm.Her
geçen gün onlarca zeytin çekirdeğini yutarak sağlığıma biraz daha
kavuştum.Bu arada ameliyatımı iptal ettim ve halen bu mucizevi
ve hiç bir yan etkisi olmayan ilacı yutmaya devam ediyorum.3 aylık bir
sürenin sonunda cildimdeki matlığın yerini bir parlaklık ve bütün
ızdıraplarımın yerini bir mutluluk aldı.
Yaklaşık 6 seneden beri etrafımda bu dertlerden muzdarip olan onlarca
kişiye tavsiye ettim ve hiçö firesiz hepside şifa buldu,inanın
benim 5 ve 11 yaşlarında iki oğlum var onlar bile yutarlar yedikleri
zeytinlerin çekirdeğini.
Arkadaşlar sonsuz şifa kaynağı bir ilaç hiç bir yan etkisi yok ben
yıllardır taştan sert şeyleri bile eritiyorum ve hiç bir sıkıntım
kalmadı inanın migren ağrılarında bile çok mükemmel sonuçlar veriyor.
Yapmanız gereken şey yediğiniz tüm zeytinlerin çekirdeklerini yutmak
sayı sınırı yoktur.
Yalnız zeytin meyvesini çiğneyip çekirdeğini yutun zira meyveyi olduğu
gibi yutarsanız mide zeytinin dışındaki ince zarı eritemiyor ve olduğu
gibi dışarı atmaya çalışıyor ve size hiç bir yararı olmaz
Meyve bölümünü yedikten sonra kalan çekirdeğini yutacaksınız.
Bana sadece Allah razı olsun derseniz yeter biz onlarca insan bu olayı
tüm çevremize yayıyoruz her kes istifade etsin hem çok ucuz hem çok
etkili.. kalın sağlıcakla..."
"AŞAĞIDAKİ YAZININ İÇERİĞİ HAKKINDA HİÇBİR SORUMLULUK KABUL EDİLMEZ.
DOKTOR TARAFINDAN ONAYLANMADAN UYGULANMASI ÖNERİLMEZ!"
"Arkadaşlar kendi hayatımda ve yakınlarımın hayatında yaklaşık 5 yıldan
beri denenmiş olan ve hiç bir yan etkisi olmayan mucizevi bir tedavi yöntemini
paylaşmak istiyorum:
Yıl 2003'te ben hemeroid ameliyatı için gün almış ameliyat gününü
beklerken o günlerin çabuk geçmesi ve bir an önce çektiğim acılardan
kurtulmak için günün 24 saatini dua ederek geçiriyordum.
Midemde gasrtrit,bağırsak tembelliğine bağlı kabızlık ve buna bağlı
olarakta hemeroid vardı ve bunlar çok ilerlemiş bir durumda idi...
Her ne yersem yiyeyim boğazıma kadar bir yanma ve çok şiddetli
sancılar çekiyordum...
Bir gün arkadaşlarımdan birisi ile kahvaltıda buluştuk ve o iştahla
çeşitli yiyecekleri yerken ben çay içerek her zaman olduğu gibi
kahvaltıyı geçiştirmeye çalışıyordum...
Bu durumu görünce neden yemediğimi sordu bende ona detayları ile
çektiğim sıkıntıları anlatınca bana zeytin çekirdeklerini çıkarmayıp
yutmamı söyledi,önce şaka yaptığını sandım ama onun
çekirdeklerin hiç birini çıkarmayıp yuttuğunu görünce inandım.
Bende kahvaltıya başlayıp çekirdekleri yutmaya başladım.
Çok ilginçtir yıllardır sabah kahvaltılarını çay içerek geçiştirdiğim
halde boğazıma kadar yanmalar hissetmeme rağmen o gün midemde yanma
olmadı kahvaltıdan taklaşık yarım saat kadar sonra midemden saf
zeytinyağı kokusu geldiğini hissettim..
Arkadaşıma midede çekirdeğin erimeyeceğini zaten rahatsız olduğumu
söylediğimde bana mide özsuyunun zeytin çekirdeğini çok kısa bir
sürede parçalayarak saf zeytinyağına ve şifalı yağlara ulaşıldığını
geriye kalan posanın ise bağırsakları onarararak rahatlattığını
dolayısı ile kabızlığın ve hemeroidinde tedavi olduğunu yanı sıra
damar sertliğinden hazımsızlığa kadar bir çok derde şifa olduğunu
söyledi..
İlk önce bütün bunların hayal olduğunu düşünmeme rağmen bu
konuda şifa bulmak için katlandığım eziyetleri hatırlayınca bunun çok daha kolay
olduğunu düşünerek çekirdekleri yutmaya devama ettim ...
ilk 15 günde midemdeki yanmalar ve gastritin yumuşadığını ve yok
olduğunu,hemeroidimin verdiği ızdırapların sın bulduğunu gördüm.Her
geçen gün onlarca zeytin çekirdeğini yutarak sağlığıma biraz daha
kavuştum.Bu arada ameliyatımı iptal ettim ve halen bu mucizevi
ve hiç bir yan etkisi olmayan ilacı yutmaya devam ediyorum.3 aylık bir
sürenin sonunda cildimdeki matlığın yerini bir parlaklık ve bütün
ızdıraplarımın yerini bir mutluluk aldı.
Yaklaşık 6 seneden beri etrafımda bu dertlerden muzdarip olan onlarca
kişiye tavsiye ettim ve hiçö firesiz hepside şifa buldu,inanın
benim 5 ve 11 yaşlarında iki oğlum var onlar bile yutarlar yedikleri
zeytinlerin çekirdeğini.
Arkadaşlar sonsuz şifa kaynağı bir ilaç hiç bir yan etkisi yok ben
yıllardır taştan sert şeyleri bile eritiyorum ve hiç bir sıkıntım
kalmadı inanın migren ağrılarında bile çok mükemmel sonuçlar veriyor.
Yapmanız gereken şey yediğiniz tüm zeytinlerin çekirdeklerini yutmak
sayı sınırı yoktur.
Yalnız zeytin meyvesini çiğneyip çekirdeğini yutun zira meyveyi olduğu
gibi yutarsanız mide zeytinin dışındaki ince zarı eritemiyor ve olduğu
gibi dışarı atmaya çalışıyor ve size hiç bir yararı olmaz
Meyve bölümünü yedikten sonra kalan çekirdeğini yutacaksınız.
Bana sadece Allah razı olsun derseniz yeter biz onlarca insan bu olayı
tüm çevremize yayıyoruz her kes istifade etsin hem çok ucuz hem çok
etkili.. kalın sağlıcakla..."
Etiketler:
Zeytin Çekirdeği
Kanser Hücrelerinizi Beslemeyin!
JOHN HOPKINS HASTANESİ'NDEN KANSER RAPORU
1) Herkesin vücudunda kanser hücreleri vardır. Bu kanser hücreleri birkaç milyara kadar çoğalmadıkça standart testlerde görülmezler. Doktorlar kanser hastalarına tedaviden sonra vücutlarında artık kanser hücresi kalmadığını söyledikleri zaman, bu yalnızca kanser hücrelerinin testlerle saptanamayacak düzeyde olduğu anlamına gelir.
2) Bir kişinin hayatı boyunca 6 ile 10 kez kanser hücreleri oluşabilir.
3) Kişinin bağışıklık sistemi güçlü olduğu zaman kanser hücreleri yok edilir ve çoğalarak tümör oluşturmalarına engel olunur.
4) Bir kişide kanser olması, o kişide çoklu beslenme eksikliği olduğuna işaret eder. Bunlar genetik, çevresel, beslenme ve yaşam tarzı faktörlerine bağlı olabilir.
5) Çoklu beslenme eksiklini yenebilmek için diyeti değiştirmek ve ek takviye almak bağışıklık sistemini güçlendirir.
6) Kemoterapi hem hızlı çoğalan kanser hücrelerini, hem de kemik iliğinde, sindirim sisteminde v.s.'deki hızlı büyüyen sağlıklı hücreleri yok eder ve karaciğer, böbrekler, kalp, akciğerler v.s.'de organ tahribatına yol açar.
7) Radyasyon kanser hücrelerini yok ederken; sağlıklı hücre, doku ve organları da yakar, yaralar ve zarar verir.
8) Kemoterapi ve radyasyon başlangıçta tümörün küçülmesine yol açar. Kemoterapi ve radyasyon tedavisinin uzaması tümörün daha fazla yok olmasına yol açmaz.
9) Kemoterapi ve radyasyondan dolayı vücut çok fazla toksin yüklenmesine maruz kalınca, bağışıklık sistemi ya tehlikeye düşer, ya da yıkılır; dolayısıyla kişi çeşitli enfeksiyonlara ve komplikasyonlara yenik düşer.
10) Kemoterapi ve radyasyon kanser hücrelerinde mutasyona neden olabilir ve dirençlerinin artarak yok edilmelerini zorlaştırabilir. Cerrahi işlem de kanser hücrelerinin başka taraflara atlamasına neden olabilir.
11) Kanser hücreleri ile savaşmakta etkili bir yöntem ise onları çoğalmak için ihtiyaçları olan gıdalardan yoksun ve aç bırakmaktır.
KANSER HÜCRELERİ AŞAĞIDAKİLERLE BESLENİRLER:
a- Şeker kanser besleyicidir. Şekeri kesilerek kanser hücrelerinin önemli bir gıdası kesilmiş olur. NutraSweet, Equal, Spoonful v.s. gibi tatlandırıcılar zararlı olan Aspartam ile yapılırlar. Daha iyi bir tatlandırıcı Manuka balı veya molastır, ama az miktarda alınmalıdırlar. Sofra tuzunda beyazlatıcı olarak kimyasallar bulunmaktadır. Daha iyi bir seçenek Bragg'in aminosu veya deniz tuzudur.
b- Süt vücudun, özellikle sindirim sisteminde, mukus üretmesine neden olur. Kanser mukusla beslenir. Süt yerine tatlandırılmamış soya sütü tüketilerek kanser hücreleri aç bırakılabilir.
c- Kanser hücreleri asit ortamda gelişirler. Et temelli diyet asittir ve sığır eti veya domuz eti yerine bol balık ve az tavuk eti yemek en iyisidir. Ette, özellikle kanserli kişilere zararı olan, canlı hayvan antibiyotikleri, büyüme hormonları ve parazitleri bulunur.
d- %80 taze sebze ve meyve suyu, kepekli tahıllar, tohumlar, nohutgiller ve biraz meyvedenoluşan bir diyet vücudu bazik (alkali) ortamda tutar. %20 de fasulye içeren pişmiş gıdalardan oluşabilir. Taze sebze suları kolayca emilip 15 dakika içinde hücre düzeyine ulaşabilen ve sağlıklı hücreleri besleyen ve çoğalmalarını hızlandıran canlı enzimler içerirler. Sağlıklı hücre üretimi için gerekli olan canlı enzimlerin sağlanması amacıyla, taze sebze (sebzelerin çoğunluğu ve fasulye filizi) yiyin veya suyunu için ve günde 2-3 kez çiğ sebze yiyin. Enzimler 40o C'de yok olurlar.
e- Yüksek kafein içerikli kahve, çay ve çikolatadan uzak durun. Yeşil çay daha iyi bir seçenektir ve kanserle savaşan özellikleri vardır. Bilinen toksinler ve ağır metaller içeren musluk suyu yerine arıtılmış veya filtrelenmiş su içiniz. Damıtılmış su asittir, kaçınılmalıdır.
---Et proteininin sindirimi zordur ve çok sindirim enzimi ister. Bağırsaklarda duran sindirilmemiş et çürür ve daha çok toksin birikimine neden olur.
Kanser hücrelerinin duvarları sert protein ile kaplıdır. Et yemekten kaçınarak veya azaltarak, kanser hücrelerinin protein duvarlarına saldıran enzimler daha çok açığa çıkar ve vücudun öldürücü hücrelerinin kanser hücrelerini yok etmelerini sağlar.
---Bazı destek maddeleri (IP6, Flor-ssence, Essiac, anti-oksidanlar, vitaminler, mineraller, EFA'lar v.s..) bağışıklık sistemini güçlendirerek, vücudun kendi öldürücü hücrelerinin kanser hücrelerini yok etmesine yardımcı olur. E vitamini gibi diğer destek maddelerinin de, vücudun hasarlı, istenmeyen veya ihtiyaç olmayan hücrelerin atılmasının normal yolu olan, apoptoziz veya programlanmış hücre ölümüne yardımcı olduğu bilinmektedir.
----Kanser zihinsel, bedeni ve ruhsal bir hastalıktır. Öngörülü ve olumlu bir ruh kanser savaşçısını muzaffer yapar. Öfke, affetmezlik ve acı bedeni stresli ve asitli bir ortama sokar. Seven ve affeden bir ruha sahip olmayı öğrenin. Sakin olmayı ve hayatın tadını çıkarmayı öğrenin.
16) Kanser hücreleri oksijenli ortamda gelişemezler. Günlük egzersizler ve derin nefes alma hücre düzeyine kadar daha fazla oksijen alınmasına yardımcı olur. Oksijen terapisi kanser hücrelerini yok etmek için diğer bir yöntemdir.
JOHN HOPKINS HASTANESİ'NDEN KANSER GÜNCELLEMESİ
1) Mikrodalga fırına plastik kap koymayınız.
2) Dondurucuya su şişesi koymayınız.
3) Mikro dalga fırınına plastik ambalaj koymayınız.
4) John Hopkins Hastanesi bunu yakın bir zamanda bülteninde yayınlamıştır. Bu bilgi Walter Reed Ordu Tıp Merkezi tarafından da yayınlanmaktadır. Dioksin kimyasalları kansere, özellikle de göğüs kanserine, neden olmaktadır. Dioksinler vücudumuzun hücreleri için son derece zehirlidir. Plastik şişelerdeki suyu dondurmayınız, çünkü bu plastiğin içindeki dioksinin salınmasına neden olur.
Castle Hastanesi Sağlıklılık Programı Yöneticisi Dr. Edward Fujimoto bu sağlık tehdidini anlatmak için yakınlarda bir televizyon programına çıktı. Dioksinleri ve bizim için ne kadar kötü olduklarını anlattı. Plastik kaplar içindeki yiyeceklerimizi mikrodalga fırınlarda ısıtmamamız gerektiğini söyledi. Bu özellikle de yağlı yiyecekler için geçerli. (İngilizce metndeki fat sözcüğünün gerçek anlamı hayvansal yağdır.) Söylediğine göre yağ, yüksek sıcaklık ve plastik kombinasyonu dioksinin gıdaya geçmesine ve sonunda vücudumuzun hücrelerine ulaşmasına neden olmaktadır.
Bunun yerine kendisi yemekleri ısıtmak için Corning Ware, Pyrex gibi cam kaplar veya seramik kaplar kullanılmasını tavsiye etmektedir. Yani hazır yemek ve çorbalar ısıtılmadan önce ambalajından çıkarılıp uygun kaplara konulmalıdır.
Kağıt uygundur, ama kağıdın içinde de ne olduğu bilinmemektedir. Sıcaklığa dayanıklı cam kap kullanmak daha güvenlidir. Kendisi yakın bir zamanda fast food restoranlarının plastik köpük kaplardan kağıt kaplara döndüğünü de hatırlattı. Nedenlerden bir dioksin sorunuydu.
Kendisi plastik ambalaj malzemesi ile örtülmüş yiyeceklerin mikrodalga fırında pişirilmesinin aynı derecede sakıncalı olduğunu da söyledi. Yiyecekler radyasyona maruz kalıp ısınıca, yüksek sıcaklıkta plastiğin içindeki zehirli toksinler eriyip yiyeceklerin üstüne damlamaktadır. Yiyecekler plastik yerne kağıt havlu ile örtülebilir.
1) Herkesin vücudunda kanser hücreleri vardır. Bu kanser hücreleri birkaç milyara kadar çoğalmadıkça standart testlerde görülmezler. Doktorlar kanser hastalarına tedaviden sonra vücutlarında artık kanser hücresi kalmadığını söyledikleri zaman, bu yalnızca kanser hücrelerinin testlerle saptanamayacak düzeyde olduğu anlamına gelir.
2) Bir kişinin hayatı boyunca 6 ile 10 kez kanser hücreleri oluşabilir.
3) Kişinin bağışıklık sistemi güçlü olduğu zaman kanser hücreleri yok edilir ve çoğalarak tümör oluşturmalarına engel olunur.
4) Bir kişide kanser olması, o kişide çoklu beslenme eksikliği olduğuna işaret eder. Bunlar genetik, çevresel, beslenme ve yaşam tarzı faktörlerine bağlı olabilir.
5) Çoklu beslenme eksiklini yenebilmek için diyeti değiştirmek ve ek takviye almak bağışıklık sistemini güçlendirir.
6) Kemoterapi hem hızlı çoğalan kanser hücrelerini, hem de kemik iliğinde, sindirim sisteminde v.s.'deki hızlı büyüyen sağlıklı hücreleri yok eder ve karaciğer, böbrekler, kalp, akciğerler v.s.'de organ tahribatına yol açar.
7) Radyasyon kanser hücrelerini yok ederken; sağlıklı hücre, doku ve organları da yakar, yaralar ve zarar verir.
8) Kemoterapi ve radyasyon başlangıçta tümörün küçülmesine yol açar. Kemoterapi ve radyasyon tedavisinin uzaması tümörün daha fazla yok olmasına yol açmaz.
9) Kemoterapi ve radyasyondan dolayı vücut çok fazla toksin yüklenmesine maruz kalınca, bağışıklık sistemi ya tehlikeye düşer, ya da yıkılır; dolayısıyla kişi çeşitli enfeksiyonlara ve komplikasyonlara yenik düşer.
10) Kemoterapi ve radyasyon kanser hücrelerinde mutasyona neden olabilir ve dirençlerinin artarak yok edilmelerini zorlaştırabilir. Cerrahi işlem de kanser hücrelerinin başka taraflara atlamasına neden olabilir.
11) Kanser hücreleri ile savaşmakta etkili bir yöntem ise onları çoğalmak için ihtiyaçları olan gıdalardan yoksun ve aç bırakmaktır.
KANSER HÜCRELERİ AŞAĞIDAKİLERLE BESLENİRLER:
a- Şeker kanser besleyicidir. Şekeri kesilerek kanser hücrelerinin önemli bir gıdası kesilmiş olur. NutraSweet, Equal, Spoonful v.s. gibi tatlandırıcılar zararlı olan Aspartam ile yapılırlar. Daha iyi bir tatlandırıcı Manuka balı veya molastır, ama az miktarda alınmalıdırlar. Sofra tuzunda beyazlatıcı olarak kimyasallar bulunmaktadır. Daha iyi bir seçenek Bragg'in aminosu veya deniz tuzudur.
b- Süt vücudun, özellikle sindirim sisteminde, mukus üretmesine neden olur. Kanser mukusla beslenir. Süt yerine tatlandırılmamış soya sütü tüketilerek kanser hücreleri aç bırakılabilir.
c- Kanser hücreleri asit ortamda gelişirler. Et temelli diyet asittir ve sığır eti veya domuz eti yerine bol balık ve az tavuk eti yemek en iyisidir. Ette, özellikle kanserli kişilere zararı olan, canlı hayvan antibiyotikleri, büyüme hormonları ve parazitleri bulunur.
d- %80 taze sebze ve meyve suyu, kepekli tahıllar, tohumlar, nohutgiller ve biraz meyvedenoluşan bir diyet vücudu bazik (alkali) ortamda tutar. %20 de fasulye içeren pişmiş gıdalardan oluşabilir. Taze sebze suları kolayca emilip 15 dakika içinde hücre düzeyine ulaşabilen ve sağlıklı hücreleri besleyen ve çoğalmalarını hızlandıran canlı enzimler içerirler. Sağlıklı hücre üretimi için gerekli olan canlı enzimlerin sağlanması amacıyla, taze sebze (sebzelerin çoğunluğu ve fasulye filizi) yiyin veya suyunu için ve günde 2-3 kez çiğ sebze yiyin. Enzimler 40o C'de yok olurlar.
e- Yüksek kafein içerikli kahve, çay ve çikolatadan uzak durun. Yeşil çay daha iyi bir seçenektir ve kanserle savaşan özellikleri vardır. Bilinen toksinler ve ağır metaller içeren musluk suyu yerine arıtılmış veya filtrelenmiş su içiniz. Damıtılmış su asittir, kaçınılmalıdır.
---Et proteininin sindirimi zordur ve çok sindirim enzimi ister. Bağırsaklarda duran sindirilmemiş et çürür ve daha çok toksin birikimine neden olur.
Kanser hücrelerinin duvarları sert protein ile kaplıdır. Et yemekten kaçınarak veya azaltarak, kanser hücrelerinin protein duvarlarına saldıran enzimler daha çok açığa çıkar ve vücudun öldürücü hücrelerinin kanser hücrelerini yok etmelerini sağlar.
---Bazı destek maddeleri (IP6, Flor-ssence, Essiac, anti-oksidanlar, vitaminler, mineraller, EFA'lar v.s..) bağışıklık sistemini güçlendirerek, vücudun kendi öldürücü hücrelerinin kanser hücrelerini yok etmesine yardımcı olur. E vitamini gibi diğer destek maddelerinin de, vücudun hasarlı, istenmeyen veya ihtiyaç olmayan hücrelerin atılmasının normal yolu olan, apoptoziz veya programlanmış hücre ölümüne yardımcı olduğu bilinmektedir.
----Kanser zihinsel, bedeni ve ruhsal bir hastalıktır. Öngörülü ve olumlu bir ruh kanser savaşçısını muzaffer yapar. Öfke, affetmezlik ve acı bedeni stresli ve asitli bir ortama sokar. Seven ve affeden bir ruha sahip olmayı öğrenin. Sakin olmayı ve hayatın tadını çıkarmayı öğrenin.
16) Kanser hücreleri oksijenli ortamda gelişemezler. Günlük egzersizler ve derin nefes alma hücre düzeyine kadar daha fazla oksijen alınmasına yardımcı olur. Oksijen terapisi kanser hücrelerini yok etmek için diğer bir yöntemdir.
JOHN HOPKINS HASTANESİ'NDEN KANSER GÜNCELLEMESİ
1) Mikrodalga fırına plastik kap koymayınız.
2) Dondurucuya su şişesi koymayınız.
3) Mikro dalga fırınına plastik ambalaj koymayınız.
4) John Hopkins Hastanesi bunu yakın bir zamanda bülteninde yayınlamıştır. Bu bilgi Walter Reed Ordu Tıp Merkezi tarafından da yayınlanmaktadır. Dioksin kimyasalları kansere, özellikle de göğüs kanserine, neden olmaktadır. Dioksinler vücudumuzun hücreleri için son derece zehirlidir. Plastik şişelerdeki suyu dondurmayınız, çünkü bu plastiğin içindeki dioksinin salınmasına neden olur.
Castle Hastanesi Sağlıklılık Programı Yöneticisi Dr. Edward Fujimoto bu sağlık tehdidini anlatmak için yakınlarda bir televizyon programına çıktı. Dioksinleri ve bizim için ne kadar kötü olduklarını anlattı. Plastik kaplar içindeki yiyeceklerimizi mikrodalga fırınlarda ısıtmamamız gerektiğini söyledi. Bu özellikle de yağlı yiyecekler için geçerli. (İngilizce metndeki fat sözcüğünün gerçek anlamı hayvansal yağdır.) Söylediğine göre yağ, yüksek sıcaklık ve plastik kombinasyonu dioksinin gıdaya geçmesine ve sonunda vücudumuzun hücrelerine ulaşmasına neden olmaktadır.
Bunun yerine kendisi yemekleri ısıtmak için Corning Ware, Pyrex gibi cam kaplar veya seramik kaplar kullanılmasını tavsiye etmektedir. Yani hazır yemek ve çorbalar ısıtılmadan önce ambalajından çıkarılıp uygun kaplara konulmalıdır.
Kağıt uygundur, ama kağıdın içinde de ne olduğu bilinmemektedir. Sıcaklığa dayanıklı cam kap kullanmak daha güvenlidir. Kendisi yakın bir zamanda fast food restoranlarının plastik köpük kaplardan kağıt kaplara döndüğünü de hatırlattı. Nedenlerden bir dioksin sorunuydu.
Kendisi plastik ambalaj malzemesi ile örtülmüş yiyeceklerin mikrodalga fırında pişirilmesinin aynı derecede sakıncalı olduğunu da söyledi. Yiyecekler radyasyona maruz kalıp ısınıca, yüksek sıcaklıkta plastiğin içindeki zehirli toksinler eriyip yiyeceklerin üstüne damlamaktadır. Yiyecekler plastik yerne kağıt havlu ile örtülebilir.
Etiketler:
Kanser
Prof. Demirkol ile Söyleşi
Fikir Sahibi Damaklar (FSD) Grubu'ndan Ayşen Aygün ve Defne Koryürek'in katkılarıyla, 9 NİSAN 2009'da "Prof Dr. Kenan Demirkol ile Söyleşi" gerçekleşmiştir. Aşağıda Yeşim Güriş'in kaleminden söyleşi notları (teşekkürler Yeşim):
"Söz uçar,yazı kalır dedik ya,uçup yitmemesi adına,sevgili hocamız Prof. Dr. Kenan Demirkol'un nefes bile almaya çekinerek dinlediğimiz dünkü söyleşisinden,aldığım notlar yardımı ile,dilim döndüğünce birşeyler paylaşmaya çalışacağım ...
...Üç saate yakın tartıştığımız konuyu hocamızın nüktedan ilk cümleleri mükemmel açıklıyor aslında:
ŞEKER ÖLDÜRÜR!Geldiğiniz için çok teşekkür ederim.İyi akşamlar!
Aslında konuşmaya bile değmez.Nasıl DDT'yi kafaya dikip içmiyorsak,şekeri de hiçbir şekilde tüketmememiz lazım.
Şeker gıda maddesi DEĞİLDİR.Yenmesi gerekmez.
Şekerin tarihçesine baktığımızda aslında en kanlı sayfalarımızla da yüzleşmiş oluruz. Gıda emperyalizmini anlamak için önce şekerin tarihçesini öğrenelim.
Arkeolojik çalışmalarda dünyada ilk Malezya'da şeker kamışına rastlanmıştır.İranlılar MÖ. 2600'de kaynatma yöntemi ile ilk kristalize şekeri üretenlerdir.Avrupa'ya gelişi ise MS.1100'lerde haçlı seferleri ile olmuştur.O zamana kadar tuz en önemli güç kaynağı iken,Portekizliler şekerin önemini kavrayıp,ileride başımızı çok ağrıtacak olan şeker savaşlarını başlatmışlardır.
ŞEKERE HÜKMEDEN DÜNYAYA HÜKMEDER!(Acı bir ironi!)
İroni demişken:1492'de hiç te barbar olmayan Avrupa kıtasının yine barbar olmayan Hristiyan kral ve kraliçesi,Ferdinand ve İssabella engizisyon adı altında Yahudilere şu yaptırımda bulunurlar!!!Ya hıristiyanlığa geçersiniz yada darağacına!Sultan II.Bayezit hemen donanmamızı yollar ve kimi kaynaklarda 250 bini bulan Seferadlarımızı sağsalim Osmanlı topraklarına kavuşturur.
(Alıntıdır: İspanya kralı ve kraliçesi Ferdinand ve İsabella 31 Mart 1492’de tarihi kovma fermanı’nı Decreto de Expulsion imzalamışlardı. Bu fermanda şöyle deniyor: “İyice düşündükten, salim kafa ile mütalaa ettikten sonra emrediyoruz, krallıklarımızda yaşayan bütün Museviler kovulsun ve bir daha hiç dönmesinler.” Bu ferman üzerine bir taraftan 2 Ağustos 1492 tarihinde Kristof Kolomb Hindistan’a Batı’dan ulaşmak için Palos limanından denize açılırken birkaç mil ötedeki Cadiz ve diğer limanlardan hareket eden sayısız göçmen Osmanlı topraklarında yeni bir başlangıca yöneliyordu.)
Bazı İspanyol Yahudileri komşu ülkelere sığınırlar.Portekiz bu fakir ailelerin çocuklarına el koyar çünkü amaç günümüz Senegalinin hemen batısında,şu anda utanarak gezdiğimiz kölelik müzelerinin olduğu,o zamanlar insansiz adalarda,şeker kamışı ürettirmektir!Nasıl bir zamanlar tuz için insanlar birbirlerini boğazladılarsa,Portekiz önderliğinde bu sefer şeker için zulüm başlar!
Nedir bu boğazımızdan çektiğimiz?Sırf boğazımız için boğaz boğaza gelişimiz?
Ezberletilen tarih kitapları yazmaz.Biz hala baharat yolu sayıklayalım.Kolomb tüm gemilerinde şeker kamışları taşır,gittiği her adaya İspanya adına bunları ekerdi.Günümüzde hala bu adalarda şeker üretiminin en fazla olması rastlantı mıdır?Kolomb 8 milyon yerli katleder ki toprak üzerinde hak iddia etmesinler diye!Toprak vardır ama bu sefer de üretimde çalıştıracak insan gücü kalmamıştır!Şeker üretimi için buldukları çözüm hiç te tatlı değildir oysa!
Ekonomide artı değer üretebilmek için insan ticareti yani KÖLELİK başlar.
18 MİLYON AFRİKALI AMERİKA'YA SATILIR!
Karşılığında da 18 milyon ton şeker Avrupa'ya gider!
Üçgen çok kolay işler:
AVRUPA Afrika'ya kumaş boncuk ıvır zıvır verir.
AFRİKA bunları alır köleleri Avrupalı tüccarlara verir.
AMERİKALI köleleri alır Avrupalı'ya şeker verir!
YANMASIN KETEN HELVA!
Gerçi bizim sevdiğim bir sözümüz vardır : Allah'ın sopası yok ki!
Obezite,hiper tansiyon,kanser,diyabet,metabolik sendrom...Say sayabildiğin kadar!Birer birer ahlar çıkıyor işte!Herbirimizden!
1700'lerde Avrupa'da kişi başına düşen yıllık şeker tüketimi (Bu arada bu soruyu hiçbirimiz doğru cevaplayamadık!) SADECE 5 GR.
1800'lerde ise 1200 kat artarak TAM 6 KG olmuş!
Günümüzde ise ne yazıkki 70 KILOGRAM!!!RAM RAM RAM...Beynim de hala yankılanıyor...
1756'ya dek şeker sadece kamıştan elde ediliyor,taki bir Alman kimyager ŞEKER PANCARIndan da şeker elde edene kadar.(Alıntıdır http://www.bilgilik.com/bilim/icatlar-ve-kesifler/seker-pancarinin-hik-yesi.html : Şeker imaline yarayacak bir bitki var mıydı acaba? Bu soruyu ilk ortaya atan 1747'de Alman kimyacısı Andreas Sigismund Marggraf (1709-1782) oldu. Berlin Bilimler Akademisinde şeker pancarından nasıl şeker üretilebileceğini anlattı. Marggraf'ın anlattıkları teorik görüşlerdi. Eliğinin öğrencilerinden François Achard (1753-1821) hemen bu teorilerin uygulamasına geçti ve 1796-1800 yılları arasında sürdürdüğü çalışmaları sonunda şeker pancarından şeker elde etmeyi başardı. Prusya kralının koruması altında bir fabrika kurarak, günde 3.500 kilo şeker pancarı işlemeye başladı.)İlk fabrika kurulmasın diye İNGİLİZ HÜKÜMETİ tam 1 milyon sterlin rüşvet önerir Almanlara ama nafile,açılır.
Genetik yapımız 70 kg şekeri metabolize EDEMEZ.Vücudumuzun buna adaptasyonu için tam 40 bin yıl gereklidir.
Vücudumuz günde 30 gr=8 adet kesme şeker= 1elma=3 mandalina ...ile başa çıkabilir.Gerisini yağ olarak depolar.Bizler hep kolumuzdaki bacağımızdaki estetik yağları dert ediyoruz.Oysa bir karaciğerin yağlanması ölüme,yada karın çevresinin yağlanması %80 bağırsak kanserlerine davetiye!
ZARFA DEĞİL MAZRUFA BAKMAK GEREK!Kenan hocamızdan daha çooooook şeyler öğrenmek ve UYGULAMAK gerek!
Günümüzde Cerrahpaşa'dan Prof. Dr. Ahmet Aydın hocamızın TAŞ DEVRİ DİYETİNİ uygulayanlara mini bir uyarı!En basitinden paleolitik dönemde ki elma,şu an tükettiğimizden üç kat daha az şekerli idi!Varın siz yapın hesabı....Besin değerleri çok farklı...
Toz şeker,yani sakkaroz, disakkarittir(ikili),yani bir fruktoz bir glikoz molekülünden oluşur.
Yendikten sonra ince bağırsakta ayrıştırılır.Toplar sistem kanı önce karaciğerimizde filtre eder,ardından kalbe ve nihayetinde akciğere taşır.Portal vende glikoz düzeyini ölçer.Orana göre İnsülin salgılar.İnsulin ise bize tokluk hissini veren leptini salgılatır.Sakkaroz içindeki glikoz sayesinde İnsulini salgılatır ve doyma hisssi verdirtir ama fruktoz insulin salgılatmaz.Vücut günde 15 gr. fruktozu tolere eder,fazlası KARACİĞERDE yağa dönüşür.Yani zararsız sanıp piyasada güzel kutularda hoş isimlerle satılan Meyve şekeri,fruktoz şekeri vs,kuzu kılığındaki kurttur,uzak durmalı.
Kolestrol insan için gerekli ve faydalıdır.Anne sütü yüksek oranda kolestrol içerir.Zararlı olan kolesrotrolün OKSİTLENMESİDİR.
TRİGLİSERİD KOLESTROLÜ OKSİTLER.
İşte bizi süründürüp süründüp öldüren de karaciğerde depolanan yağ yani TRİGİLİSERİTTİR!
Günlük yaşamdan basit ama ölümcül bir hata:
Güzel bir bonfilenin yanında asla PORTAKAL SUYU içmeyin!(Portalkal suyu şeker 50 eksi 15 eşittir 35 gr fruktoz ki bonfilenin trigliseridini anında oksitler!)Kırmızı şarabın suyu mu çıktı?
Glikoz çok tüketenler, gümrük kapımız karaciğerimizi çok yorup,fazla insülin salgılatıyor.100 yaşını aşan tüm insanların ortak paydası hayatları boyunca insülini hep minimum düzeyde kullanmış olmaları.Bugün Metabolik sendrom belasına yakalanmayanlar,
en fakir olup işlenmiş gıda tüketmeme lüksüne sahip olanlarımız!
Nişasta kanda glikoza dönüşür.Vücudumuzun mekanik tek parçalayıcısı dişlerimizdir.Varoluş nedenleri sırıtmak değidir.Modern insan çiğnemeyi unutmuştur.30 kez çiğnenen her lokma tükürük salgısındaki enzimlerle parçalanır!Çiğnemeden yuttuğumuz her lokma bağırsaklarımızda bunları parçalamaya çalışan bakteriler tarafından bize gaz olarak tam gaz geri iade edilir!
İnsülinin fazla salgılanması kronik hastalıklara yol açar.Metabolik sendrom yada insülin direnci günümüzde en yaygın hastalıklardandır.
Unutmayalım ki insanoğlu sadece 10 bin yıldır buğday üretip yiyiyor.Adaptasyon için 30 bin senemiz var...
Kanadalı bir profesör 35 yıl önce glisemik indeks tablosunu oluşturdu.(besinlerin farklı denekler üzerinde insülin salgılatma katsayısını hesapladı)
Glisemik indeksi %70'in altındaki besinleri tüketmeliyiz.
Şu anda tam anlamadığım için yazamayacağım glisemik yüklenme de 18'in altında olmalıymış.Benim gibi matematik özürlü olmayan bir arkadaştan doğrusunu öğrenince onu da yazacağım!
Hocamız biraz kolza yağından hani şu kanola diye kakalanan GDO'lu hilkat garibesinden de bahsetti ama daha detaylı olarak gelecek söyleşide işleyeceği için Tanrıça Athena'nın kutsal ağacından zeytinyağa devam demekle yetineceğim.
Pirinç canavarına gelince :) Akdeniz havzasında yetişen bizimkiler de dahil hepsinde glisemik indeks çok yüksek 140 !Çöp gibi zayıf ama habire pirinç yiyen Çinlilerin pirincinin glisemik indeksi ise sadece 30!Pilavcılar hemen Çin'e yerleşme hayalleri kurmasınlar çünkü hocamız henüz yağ konusunu anlatmadı!
Günlük kas ve karaciğerimizin toplam şeker kapasitesi 120 gr.Gerisi gerilerde bir yerlerde yağ oluyor aman ha!
Dehasına ve bilgisine hayran olduğumuz hocamızın glisemik indeks sınavından da çuvallayınca yok olayım daha iyi dedim!Çukulata ve dondurma beni alt etti!Glisemik indeks listesinin doğrusu:
-Pirinç 140
-Haşlanmış patates 110
-Francala ekmek 85
-Çukulata ,dondurma 65!
-Tam buğdaydan ekşi mayalı köy ekmeği 60
-Makarna 39/45
-Bulgur 40
-MERCİMEK 22
Eh yüzde yüz ete eşit protein deposu mercimekli bulgur,sofralarımızın baştacı bundan sonra!Kan şekerini oynatmadan bol protein.
Gelelim tatsız konu mısır şekerine...
Mısırdan yağ ve etanol yetmiyormuş gibi,Japonlar bir de şeker üretmişler 70'lerin başında.Glikoz fruktoz kadar tatlı olmadığı için enzimlerle mısırdaki glikozu fruktoza dönüştürmüşler.İçindeki oran ise bilinemediği için mısır şurubuna HAYIR.GDO'lu mısır yetmiyormuş gibi bir de genetik yapısı değiştirilmiş bakterilerle enzim elde etmişler.Bakteri dahi olsan kölelikten kaçış yok!Çalışın Bakteriküsler!Spartaküs te kimmiş!!!
Yalnız ama güzel ülkemizde de köle tacirleri 5 şirket ve 6 fabrika ile iş başındalar!Tek fark Portekizlilerin yerine göz obezi global şirketler.Boşuna İznik gölünde toksik madde arıyormuşuz.Karlıgiller yeraltı eğiminden faydalanıp,zaten kimyasal çöplüğe yıllar önce çevirdiğimiz Gemlik Körfeziyle işlerini kolayca halletmişler.Pontius Platus'un ellerinin kirli olduğunu 2 bin sene sonra bile hala konuşuyoruz hani hatırlatayım dedim karlıgiller ve dostları!
Ben şuncacık şeyi özetlerken,sizler de okurken yoruldunuz.Hocam iyi ki varsınız ve yıllarca bu bilgileri tek tek uğraşıp derlemişsiniz,bize de hiç usanmadan öğretmeye çalışıyorsunuz :)
Az kaldı ha gayret!
Beyindeki sinir hücrelerinin kılıfına miyelin denir.Miyelinin hammaddesi Omega 3 ve oleik asittir.Hücresel elektrik akımını sağlarlar.Eğer adı ne olursa olsun yapay tatlandırıcı (sweet and low,sakarin,splenda,stevia,(bu aralar cocacola truvia,pepsicola purevia adında FDA'den aralık 2008'de izin alıp üretmeya başladılar)agave vs...hiçbir şekilde kullanmamalıyız.Beyni yanıltmaya yönelik bu uyaranlar,dokoza hekzoenoik asidi(DHA) adını alan Omega 3'ü beyin hücrelerinden koparırlar.Transyağlar da aynı zararı verirler beynimize.Bizim anlayacağımız dilde elektirikler kesilir.Biz de bu kör cehalet karanlığında neden Alzheimer,Parkinson,MS,Lupus liste uzar gider...olduk diye hayıflanır,kendi yarattığımız ölümcül hastalıklara ilaç ararız.
Kenan Hocam gelin bir anlaşma yapalım.Siz sigara içmeyin (LÜTFEN),bizler de ağzımıza şekeri bir daha hiç sürmeyelim :)
Hep hayalimdir.Yakın bir gelecekte,tıpkı sigaraların üzerinde yazdığı gibi,her şeker ve şekerli ürün paketinin üzerinde:
''ŞEKER SAĞLIĞA ZARARLIDIR,ÖLDÜRÜR!''
Sürç-ü lisan ettiysem affola ve de acilen düzeltile lütfen..."
Sunan: Yeşim
yorumlar:
Kenan Demirkol dedi ki...
"Sevgili Yeşim Güriş, ellerinize sağlık.
Bir iki düzeltme yapmam gerekiyor:
1.Portakal suyundaki şeker bonfilenin trigliseritlerini oksitlemez. Fruktoz karaciğerde trigliseride dönüşerek kolesterolü oksitler. Böylece oksikolesterol oluşur bu da damar sertliği (ateroskleroz) yapar.
2. Haşlanmış patatesin glisemik indeksi 100.
Sevgili Arkadaşlar, glisemik indeks ve glisemik yük (load) için yararlanabileceğiniz bir link vermek istiyorum. www.glycemicindex.com. Bu adres Sidney Üniversitesi'nin resmi adreslerinden biridir. Avustralya glisemik indeks konusunda oldukça ileri gitmişlerdir. Hatta glisekmik indeks için bir akriditasyon çalışmaları da var. Örneğin bir üretici ürettiği besini Sidney'e gönderiyor. Üniversite glisemik indeksini belirliyor ve ürünün üzerine resmi olarak GI TESTED yazılıp, değer bildiriliyor. Hadi biriniz bu kuruluşun Türkiye temsilcisi olsun.
Glisemik yükü bir öğünde alınan şeker yüküdür. Bu yük bir öğünde 18'in altında olmalıdır. Nasıl hesaplarız?
Besin maddesinin glisemik indeks değeri X o besin maddesi içindeki şeker miktarı / 100.
Bir örnek verelim. Bir elmada (örneğin golden delicium elması) glisemik indeksi 39 dur. Orta boy bir elma (120 gram) içinde 14,6 gram şeker vardır. O halde 39 X 14,6 = 570/100= 5.7. O halde 120 gram ağırlığında bir elmanın glisemik yükü 5.7 dir.
Sevgilerimle
Kenan Demirkol"
"Söz uçar,yazı kalır dedik ya,uçup yitmemesi adına,sevgili hocamız Prof. Dr. Kenan Demirkol'un nefes bile almaya çekinerek dinlediğimiz dünkü söyleşisinden,aldığım notlar yardımı ile,dilim döndüğünce birşeyler paylaşmaya çalışacağım ...
...Üç saate yakın tartıştığımız konuyu hocamızın nüktedan ilk cümleleri mükemmel açıklıyor aslında:
ŞEKER ÖLDÜRÜR!Geldiğiniz için çok teşekkür ederim.İyi akşamlar!
Aslında konuşmaya bile değmez.Nasıl DDT'yi kafaya dikip içmiyorsak,şekeri de hiçbir şekilde tüketmememiz lazım.
Şeker gıda maddesi DEĞİLDİR.Yenmesi gerekmez.
Şekerin tarihçesine baktığımızda aslında en kanlı sayfalarımızla da yüzleşmiş oluruz. Gıda emperyalizmini anlamak için önce şekerin tarihçesini öğrenelim.
Arkeolojik çalışmalarda dünyada ilk Malezya'da şeker kamışına rastlanmıştır.İranlılar MÖ. 2600'de kaynatma yöntemi ile ilk kristalize şekeri üretenlerdir.Avrupa'ya gelişi ise MS.1100'lerde haçlı seferleri ile olmuştur.O zamana kadar tuz en önemli güç kaynağı iken,Portekizliler şekerin önemini kavrayıp,ileride başımızı çok ağrıtacak olan şeker savaşlarını başlatmışlardır.
ŞEKERE HÜKMEDEN DÜNYAYA HÜKMEDER!(Acı bir ironi!)
İroni demişken:1492'de hiç te barbar olmayan Avrupa kıtasının yine barbar olmayan Hristiyan kral ve kraliçesi,Ferdinand ve İssabella engizisyon adı altında Yahudilere şu yaptırımda bulunurlar!!!Ya hıristiyanlığa geçersiniz yada darağacına!Sultan II.Bayezit hemen donanmamızı yollar ve kimi kaynaklarda 250 bini bulan Seferadlarımızı sağsalim Osmanlı topraklarına kavuşturur.
(Alıntıdır: İspanya kralı ve kraliçesi Ferdinand ve İsabella 31 Mart 1492’de tarihi kovma fermanı’nı Decreto de Expulsion imzalamışlardı. Bu fermanda şöyle deniyor: “İyice düşündükten, salim kafa ile mütalaa ettikten sonra emrediyoruz, krallıklarımızda yaşayan bütün Museviler kovulsun ve bir daha hiç dönmesinler.” Bu ferman üzerine bir taraftan 2 Ağustos 1492 tarihinde Kristof Kolomb Hindistan’a Batı’dan ulaşmak için Palos limanından denize açılırken birkaç mil ötedeki Cadiz ve diğer limanlardan hareket eden sayısız göçmen Osmanlı topraklarında yeni bir başlangıca yöneliyordu.)
Bazı İspanyol Yahudileri komşu ülkelere sığınırlar.Portekiz bu fakir ailelerin çocuklarına el koyar çünkü amaç günümüz Senegalinin hemen batısında,şu anda utanarak gezdiğimiz kölelik müzelerinin olduğu,o zamanlar insansiz adalarda,şeker kamışı ürettirmektir!Nasıl bir zamanlar tuz için insanlar birbirlerini boğazladılarsa,Portekiz önderliğinde bu sefer şeker için zulüm başlar!
Nedir bu boğazımızdan çektiğimiz?Sırf boğazımız için boğaz boğaza gelişimiz?
Ezberletilen tarih kitapları yazmaz.Biz hala baharat yolu sayıklayalım.Kolomb tüm gemilerinde şeker kamışları taşır,gittiği her adaya İspanya adına bunları ekerdi.Günümüzde hala bu adalarda şeker üretiminin en fazla olması rastlantı mıdır?Kolomb 8 milyon yerli katleder ki toprak üzerinde hak iddia etmesinler diye!Toprak vardır ama bu sefer de üretimde çalıştıracak insan gücü kalmamıştır!Şeker üretimi için buldukları çözüm hiç te tatlı değildir oysa!
Ekonomide artı değer üretebilmek için insan ticareti yani KÖLELİK başlar.
18 MİLYON AFRİKALI AMERİKA'YA SATILIR!
Karşılığında da 18 milyon ton şeker Avrupa'ya gider!
Üçgen çok kolay işler:
AVRUPA Afrika'ya kumaş boncuk ıvır zıvır verir.
AFRİKA bunları alır köleleri Avrupalı tüccarlara verir.
AMERİKALI köleleri alır Avrupalı'ya şeker verir!
YANMASIN KETEN HELVA!
Gerçi bizim sevdiğim bir sözümüz vardır : Allah'ın sopası yok ki!
Obezite,hiper tansiyon,kanser,diyabet,metabolik sendrom...Say sayabildiğin kadar!Birer birer ahlar çıkıyor işte!Herbirimizden!
1700'lerde Avrupa'da kişi başına düşen yıllık şeker tüketimi (Bu arada bu soruyu hiçbirimiz doğru cevaplayamadık!) SADECE 5 GR.
1800'lerde ise 1200 kat artarak TAM 6 KG olmuş!
Günümüzde ise ne yazıkki 70 KILOGRAM!!!RAM RAM RAM...Beynim de hala yankılanıyor...
1756'ya dek şeker sadece kamıştan elde ediliyor,taki bir Alman kimyager ŞEKER PANCARIndan da şeker elde edene kadar.(Alıntıdır http://www.bilgilik.com/bilim/icatlar-ve-kesifler/seker-pancarinin-hik-yesi.html : Şeker imaline yarayacak bir bitki var mıydı acaba? Bu soruyu ilk ortaya atan 1747'de Alman kimyacısı Andreas Sigismund Marggraf (1709-1782) oldu. Berlin Bilimler Akademisinde şeker pancarından nasıl şeker üretilebileceğini anlattı. Marggraf'ın anlattıkları teorik görüşlerdi. Eliğinin öğrencilerinden François Achard (1753-1821) hemen bu teorilerin uygulamasına geçti ve 1796-1800 yılları arasında sürdürdüğü çalışmaları sonunda şeker pancarından şeker elde etmeyi başardı. Prusya kralının koruması altında bir fabrika kurarak, günde 3.500 kilo şeker pancarı işlemeye başladı.)İlk fabrika kurulmasın diye İNGİLİZ HÜKÜMETİ tam 1 milyon sterlin rüşvet önerir Almanlara ama nafile,açılır.
Genetik yapımız 70 kg şekeri metabolize EDEMEZ.Vücudumuzun buna adaptasyonu için tam 40 bin yıl gereklidir.
Vücudumuz günde 30 gr=8 adet kesme şeker= 1elma=3 mandalina ...ile başa çıkabilir.Gerisini yağ olarak depolar.Bizler hep kolumuzdaki bacağımızdaki estetik yağları dert ediyoruz.Oysa bir karaciğerin yağlanması ölüme,yada karın çevresinin yağlanması %80 bağırsak kanserlerine davetiye!
ZARFA DEĞİL MAZRUFA BAKMAK GEREK!Kenan hocamızdan daha çooooook şeyler öğrenmek ve UYGULAMAK gerek!
Günümüzde Cerrahpaşa'dan Prof. Dr. Ahmet Aydın hocamızın TAŞ DEVRİ DİYETİNİ uygulayanlara mini bir uyarı!En basitinden paleolitik dönemde ki elma,şu an tükettiğimizden üç kat daha az şekerli idi!Varın siz yapın hesabı....Besin değerleri çok farklı...
Toz şeker,yani sakkaroz, disakkarittir(ikili),yani bir fruktoz bir glikoz molekülünden oluşur.
Yendikten sonra ince bağırsakta ayrıştırılır.Toplar sistem kanı önce karaciğerimizde filtre eder,ardından kalbe ve nihayetinde akciğere taşır.Portal vende glikoz düzeyini ölçer.Orana göre İnsülin salgılar.İnsulin ise bize tokluk hissini veren leptini salgılatır.Sakkaroz içindeki glikoz sayesinde İnsulini salgılatır ve doyma hisssi verdirtir ama fruktoz insulin salgılatmaz.Vücut günde 15 gr. fruktozu tolere eder,fazlası KARACİĞERDE yağa dönüşür.Yani zararsız sanıp piyasada güzel kutularda hoş isimlerle satılan Meyve şekeri,fruktoz şekeri vs,kuzu kılığındaki kurttur,uzak durmalı.
Kolestrol insan için gerekli ve faydalıdır.Anne sütü yüksek oranda kolestrol içerir.Zararlı olan kolesrotrolün OKSİTLENMESİDİR.
TRİGLİSERİD KOLESTROLÜ OKSİTLER.
İşte bizi süründürüp süründüp öldüren de karaciğerde depolanan yağ yani TRİGİLİSERİTTİR!
Günlük yaşamdan basit ama ölümcül bir hata:
Güzel bir bonfilenin yanında asla PORTAKAL SUYU içmeyin!(Portalkal suyu şeker 50 eksi 15 eşittir 35 gr fruktoz ki bonfilenin trigliseridini anında oksitler!)Kırmızı şarabın suyu mu çıktı?
Glikoz çok tüketenler, gümrük kapımız karaciğerimizi çok yorup,fazla insülin salgılatıyor.100 yaşını aşan tüm insanların ortak paydası hayatları boyunca insülini hep minimum düzeyde kullanmış olmaları.Bugün Metabolik sendrom belasına yakalanmayanlar,
en fakir olup işlenmiş gıda tüketmeme lüksüne sahip olanlarımız!
Nişasta kanda glikoza dönüşür.Vücudumuzun mekanik tek parçalayıcısı dişlerimizdir.Varoluş nedenleri sırıtmak değidir.Modern insan çiğnemeyi unutmuştur.30 kez çiğnenen her lokma tükürük salgısındaki enzimlerle parçalanır!Çiğnemeden yuttuğumuz her lokma bağırsaklarımızda bunları parçalamaya çalışan bakteriler tarafından bize gaz olarak tam gaz geri iade edilir!
İnsülinin fazla salgılanması kronik hastalıklara yol açar.Metabolik sendrom yada insülin direnci günümüzde en yaygın hastalıklardandır.
Unutmayalım ki insanoğlu sadece 10 bin yıldır buğday üretip yiyiyor.Adaptasyon için 30 bin senemiz var...
Kanadalı bir profesör 35 yıl önce glisemik indeks tablosunu oluşturdu.(besinlerin farklı denekler üzerinde insülin salgılatma katsayısını hesapladı)
Glisemik indeksi %70'in altındaki besinleri tüketmeliyiz.
Şu anda tam anlamadığım için yazamayacağım glisemik yüklenme de 18'in altında olmalıymış.Benim gibi matematik özürlü olmayan bir arkadaştan doğrusunu öğrenince onu da yazacağım!
Hocamız biraz kolza yağından hani şu kanola diye kakalanan GDO'lu hilkat garibesinden de bahsetti ama daha detaylı olarak gelecek söyleşide işleyeceği için Tanrıça Athena'nın kutsal ağacından zeytinyağa devam demekle yetineceğim.
Pirinç canavarına gelince :) Akdeniz havzasında yetişen bizimkiler de dahil hepsinde glisemik indeks çok yüksek 140 !Çöp gibi zayıf ama habire pirinç yiyen Çinlilerin pirincinin glisemik indeksi ise sadece 30!Pilavcılar hemen Çin'e yerleşme hayalleri kurmasınlar çünkü hocamız henüz yağ konusunu anlatmadı!
Günlük kas ve karaciğerimizin toplam şeker kapasitesi 120 gr.Gerisi gerilerde bir yerlerde yağ oluyor aman ha!
Dehasına ve bilgisine hayran olduğumuz hocamızın glisemik indeks sınavından da çuvallayınca yok olayım daha iyi dedim!Çukulata ve dondurma beni alt etti!Glisemik indeks listesinin doğrusu:
-Pirinç 140
-Haşlanmış patates 110
-Francala ekmek 85
-Çukulata ,dondurma 65!
-Tam buğdaydan ekşi mayalı köy ekmeği 60
-Makarna 39/45
-Bulgur 40
-MERCİMEK 22
Eh yüzde yüz ete eşit protein deposu mercimekli bulgur,sofralarımızın baştacı bundan sonra!Kan şekerini oynatmadan bol protein.
Gelelim tatsız konu mısır şekerine...
Mısırdan yağ ve etanol yetmiyormuş gibi,Japonlar bir de şeker üretmişler 70'lerin başında.Glikoz fruktoz kadar tatlı olmadığı için enzimlerle mısırdaki glikozu fruktoza dönüştürmüşler.İçindeki oran ise bilinemediği için mısır şurubuna HAYIR.GDO'lu mısır yetmiyormuş gibi bir de genetik yapısı değiştirilmiş bakterilerle enzim elde etmişler.Bakteri dahi olsan kölelikten kaçış yok!Çalışın Bakteriküsler!Spartaküs te kimmiş!!!
Yalnız ama güzel ülkemizde de köle tacirleri 5 şirket ve 6 fabrika ile iş başındalar!Tek fark Portekizlilerin yerine göz obezi global şirketler.Boşuna İznik gölünde toksik madde arıyormuşuz.Karlıgiller yeraltı eğiminden faydalanıp,zaten kimyasal çöplüğe yıllar önce çevirdiğimiz Gemlik Körfeziyle işlerini kolayca halletmişler.Pontius Platus'un ellerinin kirli olduğunu 2 bin sene sonra bile hala konuşuyoruz hani hatırlatayım dedim karlıgiller ve dostları!
Ben şuncacık şeyi özetlerken,sizler de okurken yoruldunuz.Hocam iyi ki varsınız ve yıllarca bu bilgileri tek tek uğraşıp derlemişsiniz,bize de hiç usanmadan öğretmeye çalışıyorsunuz :)
Az kaldı ha gayret!
Beyindeki sinir hücrelerinin kılıfına miyelin denir.Miyelinin hammaddesi Omega 3 ve oleik asittir.Hücresel elektrik akımını sağlarlar.Eğer adı ne olursa olsun yapay tatlandırıcı (sweet and low,sakarin,splenda,stevia,(bu aralar cocacola truvia,pepsicola purevia adında FDA'den aralık 2008'de izin alıp üretmeya başladılar)agave vs...hiçbir şekilde kullanmamalıyız.Beyni yanıltmaya yönelik bu uyaranlar,dokoza hekzoenoik asidi(DHA) adını alan Omega 3'ü beyin hücrelerinden koparırlar.Transyağlar da aynı zararı verirler beynimize.Bizim anlayacağımız dilde elektirikler kesilir.Biz de bu kör cehalet karanlığında neden Alzheimer,Parkinson,MS,Lupus liste uzar gider...olduk diye hayıflanır,kendi yarattığımız ölümcül hastalıklara ilaç ararız.
Kenan Hocam gelin bir anlaşma yapalım.Siz sigara içmeyin (LÜTFEN),bizler de ağzımıza şekeri bir daha hiç sürmeyelim :)
Hep hayalimdir.Yakın bir gelecekte,tıpkı sigaraların üzerinde yazdığı gibi,her şeker ve şekerli ürün paketinin üzerinde:
''ŞEKER SAĞLIĞA ZARARLIDIR,ÖLDÜRÜR!''
Sürç-ü lisan ettiysem affola ve de acilen düzeltile lütfen..."
Sunan: Yeşim
yorumlar:
Kenan Demirkol dedi ki...
"Sevgili Yeşim Güriş, ellerinize sağlık.
Bir iki düzeltme yapmam gerekiyor:
1.Portakal suyundaki şeker bonfilenin trigliseritlerini oksitlemez. Fruktoz karaciğerde trigliseride dönüşerek kolesterolü oksitler. Böylece oksikolesterol oluşur bu da damar sertliği (ateroskleroz) yapar.
2. Haşlanmış patatesin glisemik indeksi 100.
Sevgili Arkadaşlar, glisemik indeks ve glisemik yük (load) için yararlanabileceğiniz bir link vermek istiyorum. www.glycemicindex.com. Bu adres Sidney Üniversitesi'nin resmi adreslerinden biridir. Avustralya glisemik indeks konusunda oldukça ileri gitmişlerdir. Hatta glisekmik indeks için bir akriditasyon çalışmaları da var. Örneğin bir üretici ürettiği besini Sidney'e gönderiyor. Üniversite glisemik indeksini belirliyor ve ürünün üzerine resmi olarak GI TESTED yazılıp, değer bildiriliyor. Hadi biriniz bu kuruluşun Türkiye temsilcisi olsun.
Glisemik yükü bir öğünde alınan şeker yüküdür. Bu yük bir öğünde 18'in altında olmalıdır. Nasıl hesaplarız?
Besin maddesinin glisemik indeks değeri X o besin maddesi içindeki şeker miktarı / 100.
Bir örnek verelim. Bir elmada (örneğin golden delicium elması) glisemik indeksi 39 dur. Orta boy bir elma (120 gram) içinde 14,6 gram şeker vardır. O halde 39 X 14,6 = 570/100= 5.7. O halde 120 gram ağırlığında bir elmanın glisemik yükü 5.7 dir.
Sevgilerimle
Kenan Demirkol"
Etiketler:
Prof. Demirkol
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)